Prof. Dr. M. Bülent Ertuğrul

Antibiyotik Direnci I

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Doğada her canlı kendi yaşamını sürdürebilmek ve genetik bilgisini bir sonraki kuşağa aktarabilmek ister. Bunu bilinçle yapan tek canlı insandır. Ancak tek hücreli hatta sadece genetik nükleik asit dizilimine sahip bile olsa canlılık hep süreğen olmaya programlanmıştır. Bu anlamda canlı olma kavramı felsefi bir tartışmadır aslında. Bir organizmanın canlı olduğunu kabul edebilmemiz için onun çoğalabilen yani kendini kopyalayabilen bir genetik içeriğinin olması gerekliliği genel kabul gören bir yaklaşımdır. Bakteriler insanlığın tarih sahnesine çıkmasından çok çok önceden bu yana dünya üzerindeler ve günümüz kadar bu genetik aktarımlarını başarıyla yapan canlılardır. Dünya üzerindeki biyokütlenin büyük çoğunluğunu bakteriler oluşturur. Sadece bir mililitre tatlı suda bir milyon bakteri olduğu düşünülürse her yanımızın nasıl bakterilerle çevrili olduğu belki daha iyi anlaşılır.

İlk kez Leeuwenhoek tarafından 1676’da bu bilim insanının kendi tasarladığı mikroskop ile görülmüş Leeuwenhoek bu canlılara “animalcules” (hayvancık) olarak adlandırmıştır. Ehrenberg ise yaklaşık 160 yıl sonra 1838’de Yunanca “küçük asa” anlamına gelen Bacterium adını kullanarak bu adlandırmanın günümüze ulaşmasını sağlamıştır. Pasteur ve Koch ise hastalık mikrop teorisini ortaya atarak bu canlıların vücudumuzda infeksiyon etkeni olabileceklerini kanıtlamışlardır.

İnsanlar ile bakterilerin ilişkisi çok karmaşıktır. Çünkü bu gün genetik içeriğimizin içinde önemli oranda onlardan aldığımız bilgileri taşırız. Evrimin bir aşamasında birbirine karışan DNA’lar elbette bize evrimsel olarak avantaj sağlayacak şekilde önce tek hücreli canlılar arasında paylaşılarak ve sonra çok hücreli canlılara geçerek bize kadar ulaştı. Hatta öyle ki hücrelerimizde bulunan ve enerji üretimimizi sağlayan mitokondrilerin bakterilerin bir ön atası kalıntısı olabileceğini düşündürecek kadar bakterilerle içi içeyiz. Ayrıca vücudumuzda sayısal olarak kendi hücre sayımızdan daha fazla sayıda bir bakteri topluluğuyla birlikte yaşıyoruz. Bunlar derimizi kaplamış durumdalar, ağzımızın içinden mide dışında tüm sindirim sistemimizde bulunuyorlar ve aslında bizim yaşamımızın sorunsuz bir biçimde sürmesi için bize destek oluyorlar.

Peki neden biz bakterileri düşman olarak görüyoruz? Bu sorunun yanıtı işte yine bu ilişkide yatıyor. Zaman zaman ya bizimle birlikte yaşamını süren ya da dışarıda bize ulaşmayı bekleyen bakterilerden bazıları yine aynı nedenden yani genetik içeriğini daha fazla sayıda aktarma süreci nedeniyle vücudumuzda infeksiyon oluşturuyor. Aslında infeksiyon dediğimiz durum yine karmaşık insan bakteri ilişkisinin bir süreci. Salt üzerimizde olan bakteriye vücudumuz yanıt vermezken bakterinin çoğalarak vücudumuzda olmaması gereken bir yere yerleşmeye çalışmasına vücudumuz bağışıklık sistemimiz aracılığıyla bir yanıt veriyor ve bu yanıt sırasında vücudumuzda oluşan değişikliğe (ateşin yükselmesi gibi) bizler infeksiyon diyoruz.

Peki bu infeksiyonları oluşturan bakterilerin ölümcül hastalıkları nasıl sınırlandı? İşte burada devreye Fleming giriyor. Fleming’in penisilini bulması ile başlayan antibiyotik çağı hem insanların ortalama yaşam süresini uzatmış hem de bakteriler ile insanlık arasındaki ilişkiyi insanlık yararına değiştirmiştir. Günümüzden yaklaşık yüz yıl kadar önce başlayan bu süreç son dönemde yeniden bakteriler yararına doğru evrilmektedir ve bunun nedeni bakterilerin kullandığımız antibiyotiklere karşı direnç geliştirmeye başlamasıdır.

Biraz uzun bir giriş oldu ama antibiyotik direncinin nedenlerini anlamak için belki de yaılması gereken bir girişti. Haftaya kaldığımız yerden devam edelim.

Kalın sağlıcakla.

 

Antibiyotik Direnci I

Yorumlar kapalı.