Av. Çiler Nazife Koşar

Kadın Hakları

Av. Çiler Nazife Koşar

Fransızlara atfedilen bir atasözü vardır. Onlar ‘Büyük adamlar, büyük kadınların eseridir!’ derlermiş. Gerçekten de, dâhileri doğuran da yoğuran da kadınlardır. Kadının en büyük dehasıdır bu. Çünkü kadın, işi ve mesleği ne olursa olsun, her şeyden önce ‘anne’dir. Beden ve ruh sağlığı yerinde olan, topluma faydalı nesiller yetiştirerek, aslında üretime ve ekonomiye en büyük katkıyı sağlar.

Günümüz dünyasında kadın olmak çok heyecan verici bir olay. Kadın artık sadece evi yuva yapan, çocuk yetiştiren ya da toplum içerisinde hoşluğu ve zarafetiyle göz dolduran biri olarak değerlendirilmiyor. Toplumun hemen her alanında etkinlik gösteren, hatta söz sahibi olan bireyler olarak düşünülüyor.

Ancak, yine de ‘kadın’ olmak çok zor. Geleneklerimiz ve hızla değişen koşullar arasında çelişki aşılamaz gibi görünüyor ve hangi mesleği seçerlerse seçsinler, yine de kadınlar ‘kadın’ olmayla eş anlamlı hale gelmiş ‘yuvayı yapan dişi kuş’ kimliğinden ve bu kimliğin beraberinde getirmiş olduğu ağır yükümlülüklerden sıyrılamıyor. Neticede, bir yanda aile içerisinde anne ve eş kimliğini üzerine geçirip müşfik, fedakâr, yumuşak, kısacası ‘kadın’ olmanın doğasından kaynaklanan görevlerini yapıyorken; diğer yandan sabah evinden işine doğru giderken, bir erkeğin taşıyabileceği sorumlulukları üzerine alıp daha sert, otoriter, aktif ve başarılı iş kadını kimliğini giyinip, aile yaşamıyla kariyerini birleştirmeye çalışıyor.

İş hayatındaki kadının yaşamı bu sıkıntılarla sürüp gidiyorken, Anadolu kadınının geleneksel ve kültürel çelişkilerle sürdürdüğü yaşantısı daha zor. Anadolu’da kadının küçümsenmesi çok utanç verici ve kırıcı olması dışında, mücadele edilmesi gereken de bir olay.

Sizlere burada Glasgow Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Esin Örücü’nün ‘Hukukta Kadın ve Son Gelişmeler’ adlı çalışmasından son derece üzülerek okuduğum bir örnek vermek istiyorum. Hollanda da Yüksek Mahkeme (Hoge Road) önünde bulunan bir davaya konu olan olaydan ve mahkemenin farklı kültürlere saygı gösterme çabası içinde, özellikle biz kadınlar ve genelde herkes için düşündürücü bir davadan söz ediyor Sayın Örücü.

Hollanda da yaşamakta olan Doğu Anadolulu bir ailenin yeni evli bir kızı var. Kız evlenmeden önce bir başkasıyla ilişkide bulunmuş. Evlendikten sonra, bundan haberdar olan erkek kardeşleri ve babası kızı koca evinden aldıktan sonra, asfalta yatırıp özel otolarıyla başının üzerinden birkaç defa geçerek öldürmüşler. Büyük ağabey Almanya’ya kaçmış, küçük erkek kardeşlerle baba da yakalanarak ceza mahkemesine çıkarılmışlar.

Savunma avukatı hâkime, ‘Aman efendim!’ demiş, ‘Bu davada her şeyden önce araştırmanız gereken Doğu Anadolu bölgesinde geçerli olan gelenek ve kültürde kadının yeridir. Zira önünüzdeki davada öldürülen kadının bu kültüre göre, bir tavuktan fazla değeri yoktur. Bu nedenle de bunu bir tavuğun öldürülmesi olayına bakar gibi değerlendirmelisiniz.’ Hakim ‘Ya!’ demiş, ‘ Öyleyse bana hemen bir antropolog bulun, durumu açıklasın.’ Belçikalı bir antropolog, hizmetini sunmak üzere mahkemeye başvurmuşsa da, özellikle kadın hakları ile ilgili kurumların tepkisi üzerine başvurusunu geri almış.

Bu üzücü örnekten hemen sonra vurgulamak istediğim bir başka nokta da, benzer sorun ve engellerin Avrupa ülkeleri kadınlarınca da yaşanmış ve yaşanmakta olduğu.

Uluslararası hukukta ve özellikle Avrupa hukuk sistemlerinde ‘kadın’ın yeri, ülkemizle kıyaslandığında çok daha iyi değil. Türkiye bu açıdan, çok ilginç ama gerçek, kadını en çok ön plana çıkartabilmiş, kadın haklarına en fazla değer vermiş ülkelerden biri. Türkiye’de kadınlar milletvekili olmuş, yargıç olmuş, doktor olmuş, bakan hatta başbakan olmuş, haklarına birçok ülkeden daha önce kavuşmuş. Buna karşın, genel olarak kadının çalışma hayatına katkısı açısından Türkiye sıralamada oldukça gerilerde kalmakta. Bu bana göre, olağan üstü bir paradoks.

Ülkemizde kadınlar, ‘görünür’ olmaya ve karar mekanizmalarında yer almaya Cumhuriyet devriminin açtığı olanaklarla kavuşmuşlar. Tüm geleneksel sosyo-kültürel engellere rağmen, bir ülkenin tarihinde pek uzun bir zaman dilimi sayılamayacak 76 yıllık bir sürede, geleneksel ideolojiyi zorlayıp, özellikle 1970’li yıllardan sonra reklamcılık, bankacılık, turizm, sigortacılık, bankerlik gibi ‘erkeğe özgü’ diye nitelenen pek çok alanda söz sahibi olmuşlar.

Ancak bununla birlikte, Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından hazırlanan, Türkiye’de toplumsal ve ekonomik gelişimin 50. Yılı başlığını taşıyan kitapta şu sözler yer alıyor; ‘… Sosyal bunalımların ortaya çıkıp büyümesi, çok çocuklu dar gelirli ailelerin sayıca artması, aile içinde dengenin bozulması sonucunu getirmektedir. Çocuk sayısı arttıkça annenin yani KADIN’ın yitikliği de büyür. Kendini geliştirebilecek boş zaman bulamaz olur.’’ Görüldüğü gibi, Devlet’in resmi kuruluşları bile, kadının işinin çok zor olduğunu deneyimsel verilerden yola çıkarak belirtmek zorunluluğu duyuyorlar. Ne var ki; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda kabul edilen yasalarla, Türk kadınının hakları, Avrupalı hemcinslerimize oranla daha fazla.

Öte yandan kadın haklarının, özde insan haklarından ayrı olmadığını düşünmek gerek. Ayrılık, kadınların var olan haklarından olduğu gibi, bunları kullanma hakkından da habersiz olmasında belki. Çünkü kadınlar, toplumsal alışkanlıklar nedeniyle, haklarına kendi sahip çıkan, etken kişiler olmak yerine babaları, kocaları, kardeşleri, oğulları gibi, yakınlarındaki erkekler tarafından hakları korunması beklenen, edilgen kişiler olmaya daha yatkın görünüyorlar. Oysa biraz önce de belirttiğimiz gibi, kimi sınırlarına ve eksiklerine rağmen, Türk kadını hukuk sistemi içerisinde çaresiz değil. Tersine günlük yaşamda karşılaştıkları birçok sorunla baş edebilmek için çeşitli olanaklara sahipler.

Bu platformda bize ayrılan zaman dilimi içerisinde, kadınların boğuşmak zorunda kaldığı sorunların hepsini ele almak, kuşkusuz olanaksız. Üstelik galiba ‘sorun’ sözcüğünü, günlük konuşma dilinde en çok kullanan biz kadınlarız. Bu sorunluluk, hangi sınıftan olursa olsun, Türkiye’de her kadın için geçerli. Sorun; daha çok altyapının kadınları için somut, kristalize olmuş, içe işlemiş kas katı bir gerçek. Geçim sorunu, gelecek sorunu, sağlık ve tedavi sorunları, eğitim sorunları gibi… Toplumun tepesinde yaşayan bir grup kadına göre ise ‘sorun’ çoğunlukla soyut ve şımarıkça.

Ancak orta yaşlı, evli ya da boşanmış, çocukları olan, ayakları üzerinde durmak isteyen, çalışan ya da çalışmayan, kendine saygı duyan ve herkesten (kocasından, eski kocasından, ailesinden, komşusundan, iş arkadaşlarından, sokaktaki adamdan, yerel yönetimlerden ve devletten) hak ettiği saygıyı görmek isteyen, aynı saygıyı onlara da gösteren bir kadın tipi hayal ederek, günlük hayatta karşılaşabileceği birçok sorunu ele alabileceğimi düşündüm. Bu tipolojiye uygun bir kadının, somut durumlarda ne yapabileceğini ne yapması gerektiğini araştırdım.

Bu araştırma çerçevesinde hem kadın, hem avukat, hem eş, hem de anne olan bir kadın olarak genel anlamda haklarımızdan söz etmeye çalışacağım.

1-KİMLİK HAKLARIMIZ:                                                    

Evlilik öncesinde babasının soyadını taşıyan kadın, evlendikten sonra Medeni Kanun’a göre, kocasının soyadını alır. Ancak, 14 Mayıs 1997 yılında TBMM Genel Kurulu, Medeni Kanun’da değişiklik yaparak, kadınlara bekarlık dahil bir önceki soyadlarını, evliliklerinde kullanma hakkı getiren yasa tasarısını kabul etti. Yani kadınlar evlendikleri zaman, kocalarının soyadları ile birlikte, bekarlık soyadlarını ya da evlenip boşandılarsa önceki soy adlarını kullanabiliyorlar. Evlendiğinde soyadı değişen kadının soyadı, boşandığında yine değişiyor.

Birkaç kez evlenip boşanan kadının işi ise hayli zor! Her seferinde kimlik, pasaport, ehliyet vb. belgeler yeniden değişiyor, tapuda veya diğer resmi dairelerde işlem yapmak için yanında, boşandığına dair mahkeme kararını taşımak ve kim olduğunu anlatabilmek için gereksiz bir sürü açıklama yapmak zorunda kalıyor. Son yıllarda, yasada yapılan bir değişiklik ile Medeni Kanun uyarınca kadının boşandıktan sonra kocasının soyadını taşımasına olanak tanındı. Şayet, boşandığı kocasının soy adını kullanmakta menfaati bulunduğu ve bunun kocaya zarar vermeyeceği sabit olursa, talebi ve kocanın izni halinde hakim, kocanın soy adını taşınmasına izin veriyor. Kocanın soyadını kullanmaya izin verilmesi durumunda, nüfus kayıtları babanın kütüğüne gidiyor. Baba kütüğünde babanın soyadı kurşun kalemle çizilip, kocanınki yazılıyor. Koca şartların değişmesi halinde, iznin kaldırılmasını isteyebiliyor. Son söz yine kocanın yani.!

2- EKONOMİK HAKLAR

Endüstrileşmeyle birlikte ekonominin artan iş gücü ihtiyacı, kadını evin dışına çekerek, kadının çalışma yaşamına katılmak istemesi veya zorunluluğu da giderek daha çok kadını çalışır duruma getirdi. Ancak evde, tarlada çalışmak, kadınlık ve annelik rollerimiz için önemli bir sorun yaratmazken, ev dışında ücretli olarak çalışmak, toplumdaki geleneksel yerimizi zorlamaya başladı.

Kadının – uyku dışında- günün %80’ini çalışarak geçirmesi olağan karşılanıyor. Gündelik yaşamın sürebilmesi için herkes, ev içi çalışmayı gönüllü olarak yapmamızı bekliyor. Bizler de kocalarımız gibi dışarıda çalışacak ancak yorucu iş gününün sonunda koşarak eve gelip yemek, temizlik, ütü yapacak; bulaşık, çamaşır yıkayacak, evi temiz, kocalarımızı hoşnut tutup, çocuklarımıza ve varsa yaşlılara bakacağız. Sonunda, ev için yaptıklarımız zaten hiç göze görülmezken, dışarıdaki çalışmamız da ev ekonomisine doğrudan değil, dolaylı katkı sağlayacak. Neticede eve ‘yorgun’ gelen kocalarımız, ev işleriyle birlikte yaklaşık 14 saatlik bir çalışma süresinin bizde yarattığı fiziksel ve mental yorgunluğa bir türlü anlam veremez.

İkisi de işlerinde çalışıp eve gelen erkek ve kadınların durumları hemen değişir. Erkek soyunur dökünür, pijamalarını giyer, koltuğuna kurulur. Yemeğin hazırlanmasını bekler. Çalışıp yorulmuştur, şimdi evine gelmiştir, yemeğini yiyecek ve dinlenecektir. Kadın soyunur dökünür, mutfağa koşar, yemekleri hazırlamaya koyulur. Daha salatasını yapacaktır. Bir taraftan çocukların derslerine göz kulak olurken diğer taraftan sofrayı hazırlar. Erkeğin ‘ne yiyeceğiz?’ sorusunu uygun biçimde yanıtlar, sofrayı hazırlaması bitince ısınan yemeği masaya getirir, ‘Haydi sofraya yemek hazır’ anonsunu yapar.

Göz ucuyla televizyona bakılırken yemek yenir, kadın kalkar sofrayı toplar, bulaşıkları yıkar. Erkek yemeğini yemiştir, koltuğuna oturur, gazetelerini ve istediği televizyon kanallarından birini açar, çayını ya da kahvesini bekler. Böyle dışarıdan bakılınca haksızlık gibi görülen bu sahneler, toplumumuzun büyük bir çoğunluğunun evinde yıllar boyu yaşanmakta. Fakat erkekler bunda hiçbir haksızlık görmezler. Çünkü hayat paylaşılacak değil, bölüşülecek bir şeydir. Hayat bölüşülür, erkek de, kadın da paylarına düşeni bilirler. Paylaşmak birlikte yaşamaktır. Bölüşmek ise ayrı ayrı egemenlik adacıkları edinmektir. Paylaşmakta ‘ben’ sözcüğünün yeri yoktur, ‘biz’ vardır. Bölüşmekte ise o benimdir, şu da senindir. Bütün bunlara rağmen kadınlar Dünya çapında toplum iş gücü içinde, yükün üçte ikisini üstlenirler. Dünyanın toplam gıdasının %50’sini üretirler. Ama Dünya gelirinden ancak onda bir oranında pay alıp, Dünyadaki tüm malvarlığının yalnızca %1’ine sahip olabilirler. İstatistiklere göre, Türkiye’de on milyondan fazla çalışan kadın var. Bunların %64’ü ücretsiz aile işçisi olarak buna karşı sadece %36 ücretli olarak çalışmakta.

3-ÇALIŞMA HAKLARIMIZ

İş ilanlarında ayrımcılık yapılıyor! Ama öyle, ‘kadınlara özgü’ ya da ‘erkeklere özgü’ diye belirtilmeden. Özellikle vitrine yönelik işlerde yani görüntünün, ilk etkinin önemli olduğu işlerde, kadın elemana rağbet edildiğinden, bu tür işler ‘prezantabl’ tanımıyla ifade ediliyor.

Prezantabl: Gösterişli, iyi görünümlü anlamına gelen Fransızca bir sözcük. Bu tanımıyla verilen iş ilanlarından yararlanabilmemiz için, boylu poslu, güzel, gösterişli, iyi giyimli ve bakımlı olmamız gerekiyor. Bu özellikleri olanlar arasında yabancı dil ve bilgisayar programlarını bilenler tercih ediliyor. Ama prezantabl değilseniz, istediğiniz kadar akıllı, zeki ve becerikli olun, hatta 5 yabancı dil bilen bir bilgisayar dahisi bile olsanız, faydası yok. Bu özelliklerinizin işe yarayacağı alanlar, prezantabl elemanlar tarafından paylaşıldığı için boşuna başvurup moralinizi bozmayın!

2000’li yıllarda kadınlar belli mesleklerde yoğunlaşıyor. Düşük beceri isteyen, erkekler tarafından tercih edilmeyen, tarım ve hizmet sektörünün bazı alanları, tütün, dokuma, giyim, gıda ve ambalaj sanayii kadınların yoğun olarak istihdam edildiği bazı iş kolları. Kadının vasıflı hale gelmesi önündeki engeller kadar, geleneklerin kırılamayışı da bu sonucu doğuruyor.

Kamu yönetiminde, kadınların çoğu öncelikle asistan, sekreter, büro görevlisi, santral memuru ve hemşire olarak çalışıyorlar.

Dikkat edilirse bunlar yaratıcı olmaktan çok yardımcı nitelik taşıyan ve yönetsel hiyerarşinin alt düzeyindeki işler. Şöförcülük, bekçilik, müfettişlik ve kaymakamlık ise (istisnalar hariç) erkeklerin istihdam edildiği alanlar. Yani yönetsel hiyerarşinin en alt ve en üst kademeleri kadınlara kapalı.

Sağlık alanında ise kadın hekimler genellikle, çocuk hastalıkları ve kadın doğum dalında uzmanlaşıyor. Kalp ve beyin cerrahisi erkeklerin tekelinde. Sanayide de durum pek farklı değil. Gemi, otomobil, uçak sanayiinde değil de bisküvi, konserve, çorap üretimi gibi gıda ve tekstil dallarında yoğunlaşıyor kadınlar.

İstatistiklere göre, kendi işini kendisi yöneten kadın girişimcilerle birlikte, üst düzey yönetici kadın oranı %1, tüm çalışanlar arasındaki kadın yönetici oranı ise %001.  Ortaya çıkan sonuç kadın iş gücünün, zeka ve yeteneğinin savurganlığı. Medeni Kanun’un iptal edilen bir maddesine göre, koca isterse karısının çalışmasına izin vermeyebiliyordu. Buna karşın, izin almadan çalışan kadını yargıç haklı bulmazsa, şiddetli geçimsizliğe neden olduğu gerekçesiyle, boşanma davasında kusurlu sayabiliyordu. Medeni Kanun’un bu maddesinin iptaliyle evli kadının çalışma hayatını etkileyen önemli bir hukuk engeli ortadan kalkmış oldu.

Öte yandan;

  • Astları kadın yöneticiyle çalışmak istemez. Bu durumdaki erkekler kendilerini aşağılanmış hissederken, bir erkek tarafından yönetilmeye alışkın olan kadınlar, kadın yöneticiyi dirayetsiz bulurlar.
  • Bir erkek tüm enerjisini işe verebilir. Kadın ise enerjisini ev ve çocuklar arasında paylaşmak zorundadır.
  • Başarılı erkeğin aile ve kişisel yaşamı sorgulanmazken, çalışan kadın ailesini ve çocuklarını ihmal ediyor gözüyle bakılır. Bu nedenle kadın hep suçluluk hisseder.
  • Erkeğin yorgunluğu anlaşılır, kadınınki eleştirilir.
  • Erkeğin yükselme hırsı desteklenir, kadınınki engellenir.
  • Erkeğe hiçbir şey fazla görülmez, kadın için ise ölçüler vardır. Çok hırslı, çok akıllı, çok işini bilir, vb. tanımlamalar kadınlar için yergi yüklüdür.

Bütün bu olumsuzlukların yanı sıra, evde çalışmaktan, ertesi iş gününe yeteri kadar hazırlanamayan kadının, çalışma hayatında başarılı olabilmesi mucize değil midir? İşin hoş tarafı, bu mucizeyi gerçekleştiren kadınların sayısı her geçen gün artıyor.

 4- İŞ HAYATI ve GEBELİK

Gebelik, yasalarda işten çıkartılma nedenleri arasında sayılmamış. Ancak, bu gerekçe ile işten çıkarma yasaklanmamıştır da. İşverenler işten çıkarma haklarını gebe ya da emzikli kadınlar için daha sık kullanırlar. Bu nedenle, gebelik ve emzirme iş güvencesi olmayan kadın için kabusa dönüşür. Kadın işçi, her gün işten çıkartılacağı kaygısını taşır. Oysa aynı işveren, aynı toplumsal soruna işveren olarak bakmadığında, analığın kutsallığı konusunda hem fikirdir.

Kısacası analık kutsaldır, ama kadın çalışıyorsa, işine son verilerek analığın cezalandırılmasını da hak etmiştir.

5- ÖZEL HAYATIMIZ ve GEBELİK

‘‘Erkek adamın erkek evladı olur ! ’’

Kızı doğan babaların tesellisi yine bir erkekle olur.

‘Erkek adamın erkek damadı olur’

Bu anlamsız cümleler yüzünden, kim bilir kaç kadının hayatı karardı? Kim bilir kaç kadın tarifsiz hayal kırıklıkları yaşadı? Erkeklerin gururla söyleyip geçiverdikleri bu cümle, pek çok kadın için evliliği tehdit eden bir kâbus olabilir. Sanki kız ya da erkek çocuk doğurmak yalnızca kadının becerisine kalmış gibi.

Gazete ve televizyonlarda bazen şöyle haberlerle rastlarız. ‘… oğlu olana kadar karısına çocuk doğurttu… Erkek çocuk doğurmadığı için karısını boşadı…. Erkek çocuk doğurmadığı gerekçesiyle üzerine kuma getiren kocasını öldürdü.’

Her şeyden önce bilmek gerekir ki, yaradılış gereği çocuğu doğuran kadın olsa da, cinsiyeti belirleyemez. Her şey bir yana doğanın kendine özgü bir dengesi vardır.

Herkesin kendi beden sağlığını koruma hakkı vardır. Her doğum kadın bedeninden ve sağlığından bir şeyler alıp götürür, her doğum kadın için bir travmadır. Bu yüzden hiçbir kadın, kocası tarafından çok çocuk doğurmaya, üstelik erkek çocuk doğurmaya zorlanamaz. Bu hem hukuka, hem de doğaya aykırıdır. Ayrıca bir kocanın, oğlan doğurmadığı gerekçesiyle karısını boşaması mümkün değildir. Boşanma nedenleri arasında erkek çocuk doğuramamak yoktur.!

6- MÜLKİYET HAKKIMIZ

Medeni Kanun, çocukların eşit olarak mirasçı olduklarını belirtmektedir. Yani kız çocuğunun miras hakkı ile erkek çocuğunun miras hakkı arasında bir fark yoktur. Birçok ailede miras paylaştırılırken kadınlara ya hiç pay verilmez ya da az bir pay verilir. Örneğin tarlaların en verimli ve sulu olanları erkek evlatları arasında paylaştırılır. Kadınların çoğu eşit hakka sahip olduklarını dahi bilmediklerinden, bu duruma ses çıkarmazlar. Kadının hakkı olan miras payı, bazen zorla bazen de güveni kötüye kullanarak elinden alınır. Yani yasal olarak hakkı olan mal ya da mülke sahip çıkmak için, çoğu konuda olduğu gibi, mücadele etmesi gerekir kadının.

2002 yılına kadar taraflar evlenirken aralarında herhangi bir yazılı antlaşma yapmamışlarsa, Medeni Kanun’da düzenlenen ve yasal rejim olan ‘mal ayrılığı rejimi’ni seçmiş kabul edilirlerdi.

Toplumumuzda çoğunlukla kadınlar çalışmaz, çalışsa da gelirini ya kocasına verir ya da ev için harcar. Aslında kadın para katsa bile mallar çoğunlukla koca üzerine kaydedilir. Mal ayrılığı rejiminde, boşanma halinde mallar kimin adına kayıtlı ise onda kaldığından, bu rejim ilk bakışta makul gibi görünse de boşanma halindeki kadını olumsuz etkilemekteydi. Ancak yeni Medeni Kanun’da edinilmiş mallara katılma rejimi kabul edildi. Evlilik birliğinin kurulmasından başlayarak elde edilen tüm malların, ayrılma anında eşit olarak paylaştırılması gündeme getirildi.

7- SEYAHAT ETME HAKKIMIZ

Kadın erkek herkesin seyahat etme özgürlüğü TC Anayasa’sı ile güvence altına alınmıştır. Ancak bu hakkı kullanırken, özellikle biz kadınlar zaman zaman çeşitli zorluklarla karşılaşırız. Tek başınıza seyahat ediyorsanız, başınıza gelebileceklerin en hafifi üzerinizde yoğunlaşan erkek bakışlarıdır. Sürekli yardımcı olma bahanesiyle yanınıza yaklaşanlar da işin cabasıdır. Hele bir tatil yöresine seyahat ediyorsanız ya da tek başınıza şöyle bir tatil yapıp kafa dinlemek isterseniz işiniz daha da zor. En başta yalnız kalmak istediğinize kimseyi inandıramazsınız. Plajda, sokakta, yürüyüşte, otelde sözlü ya da sözsüz ısrarlara muhatap olursunuz. Aslında herkes size yardımcı olmak istiyordur. (Bir yardımseverlik, bir yardımseverlik) Ama diller bunu söylerken bakışlar başka bir şey söyler. Artık tek çare apar topar geri dönmektir.

Seyahat özgürlüğü yalnızca yurt içinde seyahat etmekle sınırlı değildir. Herkesin yurt dışına gitme ve bunun için de pasaport alma hakkı vardır. Evli bir kadının pasaport alabilmesi için, kocasının iznine ihtiyacı yoktur. Kadının evli, boşanmış ya da dul olmasının pasaport konusunda hiçbir kısıtlayıcı etkisi yoktur.

8- SEÇME ve SEÇİLME HAKKIMIZ

Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı Avrupa ülkelerine göre oldukça erken bir tarihte verildi. Türk kadını 05.12.1934 tarihinde seçme ve seçilme hakkını elde etti. Bu da konuşmamızın başında sözünü ettiğimiz, milletimizin kadına verdiği değerin bir başka göstergesi.

9- MEDYA KARŞISINDA HAKLARIMIZ

Kadın konusu da kadın iş gücü de medyada genellikle sömürüye konu olmuştur. Yüksek tirajlı gazetelerde ya da bugünlerde hemen her özel TV kanalında yer alan Reality Showlarda, çoğu zaman kahramanı kadın olan ilginç (!) haber ya da olaylara rastlanılır. Genellikle tüylerimizi diken diken eden bir olay, renkli ve büyük fotoğraflar veya kanlı görüntülerle uykularımızı kaçırıyor. Aşığıyla bir olup kocasını öldüren kadın. Kocası tarafından öldürülen bir başkası. Kısacası basın yayın organlarında her vesile ile kadının sömürüldüğü olayların, kadının cinsiyetinin öne çıkartılarak yansıtıldığı görülüyor.

Örneğin evlilik birliğinin temelinden sarsılması nedeniyle görülmekte olan bir boşanma davası, tümüyle gerçek dışı yorumlarla, ilgilisinin ‘kişilik haklarını’ ihlal edecek, onu kamuoyunda küçük düşürecek şekilde yayımlanabiliyor. Oysa Anayasa ile korunan basın özgürlüğünün amacı doğru ve gerçek habere ulaşımı sağlamaktır. Halkın haber alma hakkını güvence altına almaktır. Böyle olunca da gerçek dışı, sansasyonel ve kişiyi küçük düşürecek nitelikteki haber yazı ya da TV programının basın özgürlüğünün arkasına sığınılarak savunulamayacağı açıktır.

10- VE NİHAYET BÜYÜK BİR TOPLUMSAL YARA – ÇOK EŞLİ EVLİLİKLER

Tüm toplumlarda temel evlilik biçimi tek eşli evlilik şeklindedir. Bunun tersi düşünülemez. Çünkü en başta kadın – erkek nüfus dengesi farklı uygulamalara izin vermez. Bununla birlikte sosyo – kültürel yapıya bağlı çeşitli nedenlerle geçmişte ve günümüzde çok eşli evliliğe hala rastlanmakta. Eski Türk topluluklarında bazılarında seyrek, bazılarında ise çok yaygın olmak üzere çok eşli evlilikler görülüyor.

Türk hakanlarının birden fazla evlendiklerine ilişkin notlar var. Eski Türklerde, hakanların ve beylerin gerçek eşten başka (kuma) adıyla başka illerden aldıkları (odalıklar) gerçek eş sayılmazmış. Çünkü kumaların çocukları öz annelerine anne diyemezler, onlara teyze diye hitap ederlermiş. Anne yalnız babalarının gerçek eşlerine denilirmiş. Kumaların çocukları mirastan pay alamaz, oğulları hiçbir zaman hakan olamazlarmış. Osmanlıların ise çok kadınla evlendiklerine ilişkin yaygın bir kanaat var. Osmanlıların çok eşli evlenenler olarak tanınmasında, padişahların, devlet erkanı ve zenginlerin haremlerinde nikahlı eşlerinin yanında sayısız cariyelerinin bulunmasının payı var. Ancak bazı Avrupalı seyyahlar bu durumun tersini belirtiyorlar. ‘Türklerde çok eşlilik yoktur, herhalde bu işi deneyip, çok dert ve masrafa mal olduğunu anlayarak vazgeçmişlerdir’ diyenler var.

Ülkemizde çok eşli evlilik konusundaki sayısal veriler, bu evlilik biçiminin Doğu Anadolu bölgesinde daha yoğun olduğunu gösteriyor. Farklılığı yaratan nedenler, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin yapısal farklılaşmasından, diğer bir deyişle bu bölgede aşiret düzeninin hakim olmasından kaynaklanıyor. Aşiret yaşamında doğal ve sosyal çevreye karşı korunmak için, çok insana ve çok erkeğe ihtiyaç duyuluyor. Diğer taraftan aşiretin gücü, topluluğu oluşturan kişi ve erkek sayısına bağlı.

Geniş aşiret, güçlü aşiret demek. Güçlü aşireti olan kişilerin toplumsal statüleri de güçlü oluyor. Aşiretler arası düşmanlıklar kız alıp, kız vermeyle çözümleniyor. Özellikle aşirette söz sahibi kimselerin ‘ağa, şeyh ve ekonomik gücü yüksek olanların’ yeniden evlenmesi toplum tarafından destekleniyor, hatta teşvik ediliyor.

Bunun dışında kısırlık, erkek çocuk sahibi olamama, erkek/kadın nüfusunun dengesizliği, erkek kardeşin ölümüyle yengenin ortada kalması, gelen gidenin fazla olduğu ağa evlerinde tek kadının çok işe yetememesi, çok eşli evliliğe sıcak bakılmasının nedenlerinden.

Yine o coğrafyada çok küçük yaşlarda evlendirilen erkek, evliliği bir süre sonra can sıkıcı buluyor. Farklı kadınlara yönelerek yeni arayışlar içine girebiliyor. O bölgede kadınlar ‘zor, çok zordur kumalık’ derler. Bu sözlerle çektikleri acıları, kıskançlıkları, ihmalleri ve çatışmaları dile getirirler. Çok eşli evliliğin yaygın olması nedeniyle bölge kültüründe kumayla ilgili maniler ve öyküler oldukça çeşitlidir.

Erkekler yeniden evleneceklerini eşlerine haber verirler. Zaten kadınlar kocalarının konuşmalarından ve davranışlarından ilişki yaşadıklarını fark ederler. Aileye daha önce kuma girmişse, kocanın yeniden evlenmesi, en küçük yani son kadının sorunu olur. Kıdemli kadınlar konuyla fazla ilgili gibi görünmezler. HATTA SEVİNİRLER. Küçük kadına ‘sen bizim üstümüze geldiğinde iyi miydi? Senin de üstüne kuma gelsin, sen de bu acıyı tat!’ derler.

Diyarbakır’ın kırsal kesimlerinden birinde, muhtarın üçüncü eşi M., kocasının E. ile nasıl evlendiğini şöyle anlatmıştı; “bana E.’yi alacağını söyledi. Ona hem oğlan hem de kız çocuk doğurduğumu ve hala genç olup güzel olduğumu söyledim. Ama vazgeçiremedim. E. evde üç kuma olduğu ve muhtarı yaşlı bulduğu için, onunla evlenmek istemiyordu. Muhtar bana çok eziyet etti. Git E.’yi bana iste, biz kumalar seni istiyoruz de. İlk başta gitmedim. Muhtar kör bıçakla saçlarımı kesti, bana zulmetti. Dayanamadım ve E.’ye gittim. Muhtarla evlenmesi için yalvardım ve razı ettim.”

Erkeğin ekonomik durumu iyi değilse, ikinci eşini kıdemli karısının yanına getirir, fakat eğer varlıklıysa yeni bir ev açar. Erkek kadınlarla olan gece beraberliğini ya gün aşırı ya da üç gün atlayarak sıraya koyar. Bir kuma konuyu şu şekilde açıklamıştı. ‘O kendisi bilir. Biz kumamla beraber yemek yer, beraber otururuz. Bazı geceler bana yer yatağı yapın der. Ben bilirim ki benim yanımda kalacak, çünkü küçük kumamın karyolası vardır.’

Kumalar arasında erkeklerin son karısını sevdiği görüşü yaygındır. Kadınlar aralarındaki kıskançlık ve çatışmaları erkeklere söyleyemezler. Erkek, kumaların birbirini şikâyet etmelerine dayanamadığından, kumaların hepsini döver. Belirgin bir şekilde anlaşamayanları da evden kovar. Kapıya konan kumaları, baba evi de kabul etmediği için geri dönerler. Bu yüzden kavga eden dargın kadınlar bile kocaları eve geldiğinde barışık görünürler. Kadınların çok eşli evlilik hakkındaki görüşleri olaya olumlu yaklaşan erkeklerinki ile zıttır. Gazete okuyarak, televizyon seyrederek kendi durumunu değerlendirebilen S., ‘Hükümet kumaların hepsini bir yere toplasın, onların hepsini cezalandırsın’ diyerek görüşünü açıklamıştı.!

SON SÖZ OLARAK

Sözünü ettiğimiz, kadının toplum ve hukuk düzenindeki yerine ilişkin gelişmeler; birdenbire başlayıp birdenbire bitecek bir oluşum değil. Bütün bunların gerisinde çekilen zahmetler, önünde ise yürünmesi gereken uzun bir yol var. Yine zahmetli, taşlı uzun bir yol. Her şeyin iyiye gittiği söylenemez ama genelde birçok şeyin iyiye gittiği söylenebilir. Yasa koyuculara kadınlarla ilgili hakların üretilmesinde ve mevcut haklara saygı gösterilmesinde büyük roller düşmekte kuşkusuz.

Ancak haklar kullanılarak yayılır ve çoğalır. Bazen baba, koca, erkek kardeş, bazen patron, iş ya da okul arkadaşı, bazen satıcı, kapıcı vb. tarafından çeşitli biçimlerce taciz ediliriz. Sırf kadın olduğumuz için zor durumda bırakılırız. Mağdur olduğumuz halde, olaya meydan vermiş olmakla suçlanırız. Bizi en çok da hemcinslerimiz suçlar.

Kendimizi bu koca dünyada yapayalnız ve çaresiz hissederiz. Kimimiz ‘kader’ deyip böyle yaşamayı kabul ederiz. Kimimiz ise isyan ederiz.

Bu şekilde ne yapacağını bilmeyen, kendini çaresiz hisseden, sahip olduğu bunca haktan haberdar olmayan kadınlara destek olmalıyız.

Onlar annemiz, kardeşimiz, ablamız, teyzemiz, halamız olabileceği gibi komşumuz, okul arkadaşımız ya da yeni tanıştığımız biri de olabilir.

Evde babamızın annemize, kız kardeşimize şiddet uygulamasına karşı çıkmalıyız, komşu evden gelen çığlıklara kulağımızı tıkamamalı ve hemen o kapıyı çalmalıyız. Sığınmak için kapımızı çalan komşumuzu dışarıda bırakmamalı, hatta istiyorsa onunla karakola, hastaneye veya bir avukata gitmeliyiz.

Ailesine sığınan kadınların büyük bir kısmı, ailesinin destek olamaması nedeniyle şiddet ortamına geri dönmek zorunda kalıyorlar. Netice olarak kimi sınırlarına ve eksikliklerine rağmen, Türk kadını kutlanmayı hak ettiği bir yerde. Ancak yürümek isteyen herkes, önce ilk adımı atar, yol birbirine eklenen küçük adımlarla yürünür.

Yazarın Diğer Yazıları