Uyumak istemedim hiç dün gece. Ama o kadar çok ağlamıştım ki, gözlerimin bu kadar çabuk kapanabileceğini tahmin de edemedim. Keşke dedim gözlerim kapanırken, Guy De Maupassant’ın “mutluluk” kitabındaki hikâyelerden birinin içinde olsam. Kötü bir kâbus olsa bu yaşananlar ve ben hemen uyansam. Uyandım, gözlerimi açtım, gün aydınlanmaya başlamıştı, kaç saat uyuduğumu hatırlamıyorum. Açık kalan televizyon ekranındaki alt yazıyı görünce dudağım büzüldü, akşamdan kalma yaşlar süzülüverdi yanaklarıma. Az önce o ekranı kapattığım elimle gözyaşlarımı sildim. Boğazım yanıyordu, yutkundum, dizlerimi karnıma çektim. Ağırlaştım. İyice ufaldım. Büzüldüm.
Dört beş yaşlarındayken annem, bir gece ben uyuyorum diye yan komşuya çay içmeye gitmiş. Uyandığımda, karanlıkta tek elimle duvara tutuna tutuna, yürüyüp ağladığımı hatırlıyorum. Sonra sesimi duyup gelmiş, kucağına alıp öpüp koklayınca ağlamam geçmişti. Şimdi yine gelse, o hasta yatağından kalkıp gelse, elleriyle başımı göğsüne dayasa, üzerimi örtse, okşasa saçlarımı, ‘sen beni gitti mi sandın? Ben hiç seni bırakıp gider miyim’ dese. Ağlamam geçse.
Altı Şubat depreminin üzerinden bir yıl ve kimbilir kaç uykusuz gece geçti? Kim uyuyabilir ki, böylesine acı, keder ve ölüm dolu günlerde. Hele benim gibi, uykusu zaten çok az, kalitesiz, yetersiz olan biri, uyuyabilir mi, mümkün mü.? Hangimiz rahat uyuyabiliyoruz ki? Karınca kararınca yardım etmek için, hepimiz seferber olduk günlerce. Ama yara çok büyük, çok derin. Velhasıl, saatlerdir dolanıp duruyorum. Başka ne yapabilirim? Başka ne yapabiliriz diye? İçim katran karası, yüreğim buruş buruş, ruhum acıyla paramparça. Böyle zamanlarda suya atılan bir çakıl taşı gibi hissediyorum kendimi. Derine, derine, daha da derine çöken. Ne yemek, ne uyku, yüreğim buz tutuyor sanki.
Yıkıntıların çevresinde dökülen gözyaşlarını, elimiz kolumuz bağlı, kendi gözyaşlarımıza karıştırarak akıtıyoruz içimize. Tüm ülke kocaman bir taziye evi gibi. Evler yıkık, sokaklar ev olmuş. Rüzgâr sert, soğuk acımasız, enkazın arasında insanlığımızın ar perdeleri boşluğa doğru sallanıyor utanarak. Annesiz babasız kalan talihsiz yavruların, canlarını kaybetmenin acısıyla yıkılan canların, enkaz altında hala nefes alabilen birilerini bulabilmek için çırpınan insanların dayanılmaz ağırlığı altında eziliyoruz. Zihnimizdeki fotoğraflar renkliden siyah beyaza, giderek en koyu, kapkara bir siyaha dönüşüyor. Yüreğim acıyor.
Yemekler pişmiyor, işten gelecek kocanın yolu gözlenmiyor, balkondan balkona sabah dedikoduları yapılmıyor artık o evlerde. Gözler hep bomboş bakıyor. Yürekteki acılar büyüyor, büyüyor, bütün gökyüzünü sarıyor. Neticede patlama noktasına geliyor ve yağmur olup, kar olup şehirlerin üzerine çöküyor. Her şey daha da kötüleşiyor. Mezarlık manzaralı çadırlardaki insanlar artık ağlamıyor, manzaranın neden böyle olduğu ise hiç bilinmiyor.
Aydınlık ile karanlığın, umut ile umutsuzluğun arasında çırpınıp duruyoruz. Bir el; umutla uzanmış. Bir baş; omzuna düşmüş uykusunun gölgesi. Bir bacak; diz kapağı kan içinde paramparça. O ele güç istiyorum, başa güvenilir bir omuz, bacağa kan ve insanıma gümbür gümbür çalışan bir yürek olmak istiyorum. Çarem de yok, mümkünüm de. Sesim benim sesim değil aslında, sesim yüreğinden acı fışkıran Emine annenin sesi, nişanlısına gelinlik yerine kefen giydiren Yunus’un, parmak uçlarından acı damlayan Kevser bebeğin, toprağı elleriyle kazan Ali dayının sesi. Bir feryat ki böylesi duyulmadı, yaşanmadı.
Değil yıllarca, belki de bir ömür sürecek toplumsal bir travma bu, iki günlük bir mesele değil. Deprem bölgesinde olmasak da, hepimiz kaldık o enkazın altında. Haber bültenlerinin geçtiği görüntüler ve alt yazılarla donup kaldık adeta. Kaç çocuk, kaç anne, kaç nine, kaç dayı, kaç baba… kaç can?
Adlarını kendime ad yaptığım, acılarını ömür defterime yazdığım, çocukluğunun uykusundan henüz uyanmamış çocukların hatıralarını gömüyorum yüreğimin enkazına.
O yıkımdan gelen en ufak sese muhtaç, soluksuz bekliyoruz.
“Sesimi duyan var mı?”
Memleketimin her yerinde yankılanıyor şimdi bu ses.
Yüzyılın en büyük doğal afetinden sonra, yüreğimizde derin acılarla adım adım takip ediyoruz haber bültenlerini. Ölüm kokuyor şehirlerimiz. Deprem bölgelerinin tümünde, en çok göze çarpan şey; yaşamla ölüm arasında hiçbir mesafenin kalmamış olması. İsteseniz de ölümden uzak kalamıyorsunuz. Ölümden kıl payı kurtulmuş olanların dillerinde de hep ölüm var. Eşlerin, çocukların, anne, babaların, komşuların ölümü. Bölgede hala enkaz altında kurtarılmayı bekleyen canlarımız, bu kışta kıyamette çaresizce yıkılan evlerinin başından ayrılamayan yurttaşlarımız var. Her yerde enkaz, soğuk ve çaresizlik.
Yerin altında ne zaman çığlığa dönüşeceği bilinmeyen kahredici bir sessizlik, yerin üzerinde ise her şeye rağmen devam eden bir yaşam var.
Sokaklarında binlerce yıllık tarihlerini hissede hissede gezdiğimiz, her bir köşesinden kültürel miras fışkıran topraklarımız, elinden gelse canını sizinle paylaşacak insanımız. Şimdi orada çaresiz ve bir başlarına hissetseler de asla yalnız olmadıklarını bilsinler istiyorum.
Duygusal bir milletiz biz. Bu toprakların içine işlemiş temiz yürekli olmak. Depremzedelere gönderdiğimiz yardımlara; minik minik, umut aşılayan notlar yazıyoruz. Lina isimli bir kızımız, ‘Hep yanınızdayız. Umarım oyuncaklarım sizi biraz da olsa mutlu etmiştir’ dileğiyle gönderiyor, elleriyle hazırladığı yardım kutusunu. Can isimli bir başka çocuğumuz; ‘Merhaba bu mektubu ben, annem, ağabeyim ve babam adına yazıyorum. Bu mektubu okuyan kişi sana sesleniyorum. Bugünden sonra hayatın çok güzel geçecek inan bana. Umarım bu gönderdiğimiz kıyafetleri çok seversiniz. İyi günler’ yazıyor paketine.
Ne güzel bir ışık yakıyor hepimizin gözlerinde. Bundan sonra hayatımız daha güzel geçecek, iyi günlerimiz olacak hep beraber, inanalım istiyorum Can gibi ben de. ‘Siz üşürseniz, biz burada donarız.’ notu, tüm olan biteni özetleyebilir aslında. Yapılan onca açıklama, destek mesajlarımız, yardım paketlerimiz, dileklerimiz, her şey bir kenara. Tüm benliğimizle yanındayız.
Evladını kaybetmiş bir annenin notu, buğulu gözlerimi yaşa boğuyor: ‘Hepsi bir anne özeniyle yıkanıp hazırlandı. Ben yavrumu kaybettiğim için hiç giydiremedim. Dualarım sizinle. Allah’a emanet olun.’ Paketlerden birinin üzerinde ise ‘Şehidimin giyemediği çoraplar’ yazıyor. Diyorum ki kendi kendimize paylaştığımız ne çok acımız var bizim. Her şeyimizle birbirimize aitiz biz.
81 milyon tek yürek oluveriyoruz yine. Türkiye’nin dört bir yanından bölgeye yardım ve insan yağıyor. Kahramanmaraş’ta bir enkazın başında ya da Hatay’da bir kaldırımın kenarında, kriz masalarının önünde, şehir giriş çıkışlarında genci, yaşlısı el ele, yürek yüreğe.
Biz çok güçlü bir milletiz. Bu yaraları da sarabiliriz. Aynaya utanmadan bakabilecek yüzlerin sayısı artacak biliyorum. Kullanmadığımız eski püsküleri değil, kullanmaya kıyamadıklarımızı göndereceğiz biliyorum. Tahtalara vurup “şükür” demekle yetinmeyip; cüzdanlarımızı, banka hesaplarımızı azaltacağız biliyorum. Biliyorum ki, millet olma gücünü sadece lafta bırakmayıp, bugünden sonra ailesiz kalmış bir çocuğun eğitim ve yaşam masraflarında biz de destek olacağız.
Ben artık deprem bölgesindeki bebekleri, çocukları düşünmeksizin, kendi çocuklarımıza sarılıp, mis kokularını koklayamayacağımızı biliyorum.
Para, pul, güç, statü vesaire kaygılarımızdan biraz olsun uzaklaşıp, buradaki insanlarımıza yardım etmeye devam edeceğimizi biliyorum. Yıkıntılar ve molozlarla birlikte, birbirinden ayrılmış insan parçaları toplandığında, sorumluları bulup, cezalandırmak için bir şeyler yapılacağını biliyorum.
Ve biliyorum ki, geriye kalan bizler ancak o zaman, yaptıklarımız ve yapacak olduklarımızla, yüreklerimizin enkazından sımsıcak duygular yeşertecek ve küçücük de olsa dudaklarımıza gülümsemeyi yerleştirebileceğiz.