Afrika’ya gitmeden önceki “kabile” kavramım, o zamana kadar ancak belgesellerde görebildiklerimle sınırlıydı. Bu yüzden Uganda’nın kuzeyindeki Karamojong kabilesini henüz ziyaret etmeye giderken bile çok heyecanlıydım. İlk karşılaşma anına kadar belli başlı tahminler yürütebiliyordum tabii ama daha ilk andan itibaren, beklentilerimden çok daha farklı olacağını anlamıştım. Sanıldığının aksine, kabileler her istediğinizde gidebileceğiniz yerler değillermiş. Kabile hayatını görebilmek için kabile reisini bilgilendirecek bir rehbere ihtiyacınız varmış ve bunlar hiç de ucuz aktiviteler değilmiş.
1600’lü yıllarda Etiyopya’dan yalınayak ve yürüyerek göç eden grupların bir kısmı Kenya’ya bir kısmı ise Tanzanya’ya giderek, günümüzün Masai kabilesini oluştururken; bir diğer kısmı ise Uganda’ya kadar göç ederek Karamojong Kabilesi’ni oluşturmuş.
Kelime anlamı “daha fazla yürüyemeyen yaşlı adam” olan Karamojonglar güne genellikle kendi yaptıkları mayalı içecekle başlıyorlar. Sorgum adı verilen yem bitkisinden yaptıkları bu mayalı içecek her yaş grubundan insanın tüketebildiği, tok tutucu özelliğinin ön planda olduğu bir içecek. Sahra altı Afrika ülkelerinde ismi ülkeden ülkeye değişen vazgeçilmez un lapasını da sorgum unundan yapıyorlarmış. Bu sebeple yiyecek imkanı oldukça kısıtlı olan kabile için sorgum bitkisi oldukça önemli. Kabilede tanıştığım yaşlı bir kadın bana “Namulo” ismini vermişti. Sorgum hazırlanırken kötü kısmı ayırıyorlarmış ve geriye kalan kısma namulo diyorlarmış. Bugüne kadar duyduğum en farklı iltifat olabilir. :)
Kabile insanlarının en büyük prestij kaynağı ise sahip oldukları sığır sayısıymış. Her ailenin reisi olan erkek, dilediği kadar kadınla evlenebiliyormuş, yeter ki yeterli sayıda (100) sığırı olsun. Aile reislerinin her daim yanında taşıdığı tahta, hem oturak olarak kullanılabiliyor hem de istediği zaman üzerine başını koyup uyuyabileceği bir yastık. Olur da reisin izni olmadan kullanan biri olursa, onun adına bir sığır kesmek zorundaymış ki sığır hem zenginliğin hem de aile kurabilmenin anahtarı olduğu için kimse böyle bir hataya düşmez diye tahmin
ediyorum. Zaten bölgedeki kabile savaşların en büyük nedenleri de sığır kaçırma üzerineymiş. Sığır bu denli önemli olunca, ancak ve ancak biri bir suç işlediğinde kurban ediliyormuş.
Günümüzün modern dünyasından çok uzak bir basitlikteki bu yaşamda, kabile hayatının detaylarına indikçe, terlik izlerinden boncuk kolyelerin anlamlarına kadar her şeyin özenle düşünüldüğü gözlemledim. Mesela herkesin terliğinin izi farklıymış, böylece birbirlerinin izini sürebiliyorlarmış. Kadınların boyunlarına taktıkları koca koca boncuk kolyelerin de
anlamları varmış. Kabileden kabileye göre çeşitlense de bu boncuklar genellikle çocuk sayısı, evli-bekar gibi durumları anlatıyor. Bunlara ek olarak, erkekler şapkalarına bir tüy dikerek, kadınlar ise derin yırtmaçlı eteklerle bekar olduklarını belli ediyorlar. Tamamen kuru ot ve balçıktan yapılan evlerde bile evli-bekar ayrımını gösteriyorlar. Eğer evin çatısı sivri bir
şekilde bitiyorsa o evde bekar bir insan olduğu, küt bir bitişe sahip ise içinde yaşayanın evli biri olduğu anlaşılıyormuş.
Toplumda erkeğe düşen görev avlanmak, sığır kazanmak iken kadınların görevi evleri inşa etmek, düzeni sağlamak ve çocuklarını beslemek. Gün içerisinde hazırlanan yemek ise genelde sorgum unu lapası ve kuru fasulye oluyor.
Ziyaretim sırasında, geleneksel eş seçme seremonisine de tanık oldum. Çevrede dolaştıktan, insanlarla tanıştıktan bir süre sonra danslar eşliğinde her birlikte seremoni alanına gittik.
Aslında kocaman boş bir tarlaydı. Geleneğe göre genç ve bekar üyeler, bir çember oluşturuyor ve erkek, evlenmek istediği kadını çember etrafında yakalamaya çalışıyor. Kadını yakalayabilir ve ondan güçlü olduğunu gösterebilirse evlilik mümkün, aksi halde şansını başka kadında denemek zorunda. Seremoni bir gösteri gibi olduğundan tüm kadınlar da
eğleniyor gibi görünse de kadının eş seçiminin elinden alınmış olduğunu görmek benim için çok düşündürücüydü.
Uganda’nın kuzeydoğusunun iç kesimlerinde hâlâ geleneksel yaşam tarzlarını sürdüren bu insanlar, yaşam tarzlarını değiştirmeyi reddeden medeni olmayan insanlar olarak bilinirler ama köylerini ziyaret ettiğimde gördüm ki, eski çömleklerin yerini çelik tencereler, plastik şişeler almaya başlamış. Sanıyorum ki devlet ve diğer organizasyonların desteği ve kültürlerinin ülke turizminde büyük yer etmesi, onların inatla devam ettirmeye çalıştıkları kültür ve yaşam tarzlarını değiştirmeye başlamış bile. Bazı gelenekleri anlamlandırmakta zorlansam da, bu kültürü yitirmeden görebilmek benim için çok değerli bir deneyimdi.
Modern dünyanın etkisi altında değişen bir toplumun portresini çizmeme olanak tanıyarak önyargılardan arınmanın ne kadar değerli olduğunu bana bir kez daha hatırlatmıştı.