Mesut Nöbetçigil

CENNET & CEHENNEM

Mesut Nöbetçigil

1521 yılında Mariona Adaları Fuan'da karaya ayak basan kafile, 16 Mart'ta Filipin Adalarına geçti.

Burada geçirdiği günlerde, kafilenin yerliler ile arasında çıkan tartışma çarpışmaya döndü. Ferdinand Macellan, 27 Nisan 1521 tarihinde Lapu-Lapu önderliğindeki yerlilerle girdiği Mactan Savaşı'nda öldürüldü. Ve ben bu ada da geziniyorum. Küçük dükkânların camları, ahşap telefon direkleri vs. hemen hemen her yerde A4 ebadında ilanlara rastladım. Birincisi "Satılık ada." - ki bu beni ilgilendirmiyor- diğeri de "Tekneyle cennet turu." Limana yürüdüm, öbür tarafta ne olur ne olmaz; burada, sağlığımda cenneti göreyim istedim.
*
Uzatmayayım sözü, adadan (Filipin bangko sitil tekne / bot ) teknelerden birine bindim. Yaklaşık 4 metre eninde, tahminen 10 metre boyunda, sancak iskele, denize sırtımızı dönüp oturduk. Dağıtılan can yeleklerimizi giydik. Yolcuların tamamı farklı ülkelerden (on iki kişi). Bu özel yapım teknenin üç genç mürettebatı var. Limandan ayrılalı uzun bir süre geçti “Ya ben bu adamlara yemek dahil ödeme yaptım, öğlen oldu ortada ne masa, ne mutfak var.” diye geçirdim içimden. Tekne açık yeşil, turkuaz, lacivert renkler içinde irili ufaklı adanın arasında süzülmeye devam ederken yavaşladı ve durdu. Mürettebattan en genç olanı, elinde bir ucu tekneye bağlı iple denize atladı. Dibe daldı. Bir süre merakla bekledik. Suya atlayan çocuğun kafası deniz üzerinde görüldü.

*
Tekneye bağlı, tekne boyunca bir kaç metre açıktan uzanan dengelemelerine tutunup akrobatik hareketlerle tekneye geldi. Üç genç, ipi denizden çekmeye başladılar. Neler oluyor demeye kalmadı; yaklaşık 80 santimetre eninde, tekne boyunca profilden, üzeri muşamba kaplı masayı tekneye aldılar. Tekne boyunca ortaya, aramıza yerleştirdiler. Teknenin baş altından ızgara çıktı. Strafor köpük kutulardan buz içinde et, balık, tavuk ne varsa çıkarıldı. Bir disiplin içerisinde pişirilip salata vs. bilmediğim daha birçok çeşit otlu yemekleri ve içecekleri masanın üzerine doldurdular. Afiyetle taam eyledik; kemikleri, kılçıkları denize savurduk. Bu sayede etrafımız akvaryuma döndü. Yemek keyifli, lezzetli ve bol bereketliydi. “Doymayan var mı?” diye sık sık sordular. Yemek faslı bitince çarçabuk çöpleri topladılar. Masayı şamandırasıyla beraber dibe bıraktılar. Devam ettik, adaların arasından her saniye farklı bir güzellik, renkli manzara bizleri büyülüyordu.
*
Pek keyifli yolculuğumuzda tekne, kayrak kayaların yığılmış bir halde yükselti oluşturduğu adanın abuk sabuk bir yerine yanaştı. Yolculara el vererek üzerinde durmakta zorlandığımız kayalara çıkarttılar. Mürettebat bizleri, taştan taşa atlatarak bu çarpık, sıcak taşlardan oluşan düzensiz bir merdiven gibi kayalıklarda ilerletmeye başladı. Düşme tehlikesine rağmen oflaya puflaya tırmanmaya devam ederken “Cennet’in yolu çok tehlikeli ve yorucu.” diye geçirdim içimden. Deniz seviyesinden yaklaşık 50 metre yüksekte kahverengi kayrak kayaların arasında bir insanın zorlukla geçebileceği bir boşluğun başına geldik. Burası filmlerde gördüğümüz, cezaevi firar tünellerinden daha özensiz, bir o kadar da ilginçti. Teknenin mürettebatı gençler, dünyanın farklı yerlerinden gelen yolculara: “heaven is inside ” diyerek işaret diliyle, orada bulunanları, bu dar tünelden cennete geçirmeye çalışıyorlardı.

*
Yolcular birer birer, önce kafalarını delikten sokup omuzları dizleri taşlara sürterek bu dar tünelde ilerleyip kayboluyorlardı. Sıra bana geldiğinde -beni tanıyanlar bilirler- göbeğim bu delikten geçmeme imkân vermedi. Cennete gitmek maalesef burada nasip olmadı. Gemidekilerin hepsi delikten emekliye, sürüne geçti. Cennet kapısında bir ben kalmıştım. Ben de taşlardan gerisin geri deniz seviyesine yürüdüm. Etrafa bakındım 150-200 metre uzakta bir ada gördüm. Filipinlerin yaklaşık yedi bin üç yüz adasından birine doğru yüzmeye karar verdim. Zaten kapısına, pardon deliğine kadar geldiğim cennete de girememiştim.
*

Bu tehlikeli kayalarda durup beklemek saçma geldi. Karikatürlerde çizilen ıssız adanın bire bir tıpkısının aynısı bu minik adaya doğru yüzdüm de yüzdüm. Sonunda karaya çıktım; birkaç tane kuru ağaç, hemen onun yanında taş yığını, bir de boynu bükük uzun palmiye ağacı vardı. Adayı bir tur iki tur gezdim. Enikonu ıssız karikatür adasındayım, burası benim olsa diye geçirdim içimden. Palmiyenin gölgesine denk getirip uzandım kumsala, ayaklarım dizime kadar suyun içinde sırt üstü. Yemeğin ve yorgunluğun etkisiyle içim geçmiş; uykuya dalmışım. Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, bilmediğim bir dilde cazırtılı megafon bağırtılarıyla uyandım.
*

Gizli geçitten geçip cenneti gören bizimkiler tekneye doluşup biraz ilerlediklerinde, karşımda oturan bir Çinli kadın benim yokluğumu teknedekilere bildirmiş. Tekneyle geri dönüp megafonla bağıra çağıra beni aramaya koyulmuşlar. Megafon bağırtılarını duyduğumda ıssız adaya düşmüş insanın çaresizliği ile beni bulsunlar istiyordum. Kırmızı şortumu sıyırıp sesin geldiği yöne salladım. Bir yandan da” Help, help!” diye yırtınıp zıplıyorum. Teknedekiler beni fark edince şortumu giydim tekne sığ denizde iyice kıyıya gelemedi. Gençlerden biri suya atladı. Masayı çektikleri ipe bağlı can simidiyle beraber yanıma geldi. Simide tutundum, beni tekneye doğru asılıp çektiler. O gün cenneti göremedim ama cehennemin kıyısından döndüğüm kesin.
*

Tekneye döndüğümde yanımdakilere cenneti sordum, nasıl diye. Kırık İngilizceyle anlatılanların yalancısıyım. İçeride tropikal bitkiler ve ağaçların ortasında muhteşem güzellikte bir göl varmış. Hurilerden bahseden olmadı.
 

Yazarın Diğer Yazıları