Sahilde sabah yürüyüşünde kıymetli hocama bir videoda izlediğim dil konusunu açtım. "İngiltere'de anaokulundan lise son sınıfa kadar, çocuklara okutulacak bütün kitaplarda kelime sayısı toplam yetmiş bin olmak zorunda diyor. Kitaplar öyle hazırlanacak. Çünkü dil bilimine göre yüzde onu kalıyor, yani devlet okuluna giden sıradan bir İngiliz yetmiş bine maruz kalıyor, yedi binini kullanıyor. Japonya'da bu otuz beş bin, Türkiye'de yedi bin kelimeye maruz kalıyor. Yüzde onu, yedi yüz. Onun da birazı; 'aynen, şey, ne, di mi, zaten'. On yaşına gelmiş yüz çocuktan dörtte biri okuduğunu anlamıyor. Biz birbirimizi nasıl anlayacağız" diye, devam ediyordu uzmanın söyledikleri.
Hoca derin bir of çekti. "Mankurt veya mankurtlaştırma diye bir şey duydun mu?" diye söze girdi.
Chingiz Aĭtmatov'un kitaplarından birinde geçen bir öyküyü anlatmaya başladı. Kitapta on beş-yirmi haneli bir köyde küçük bir çocuk kayboluyor, ara tara bulamıyorlar. Epeyce zaman sonra, dere kenarında konaklayan deve kervanın yanında buluyorlar. Ancak çocuk fiziksel olarak benzese de, annesi dâhil hiç kimseyi hatırlamıyor. Çocuk kervancılar tarafından mankurtlaştırılmış. Mankurtlaştırma; küçük yaşta çocukların kafaları ustura ile kazınıyor, yeni kesilmiş devenin boyun derisi kafasına yapıştırılıp, elleri ayakları bağlanıp, güneşin altında epeyce bir zaman bekletiliyor. Bu esnada hep aynı kişi tarafından çocuğa ölmeyecek kadar yiyecek vs. veriliyor. Süreç tamamlandığında mankurtlaşan çocuk, sadece kendine yiyecek veren kişiyle on-on beş kelime ile 'gel, git, yat, otur' iletişimi kurabilecek seviyede kalıyor. Bu itaatkâr mankurtlar çoban olarak kullanılıyor.
Az kelime, okuduğunu anlamama, birbirimizle iletişimde çektiğimiz sıkıntılarda artma eğilimi...
Ne dersiniz, Türk insanı mankurtlaştırılıyor mu?