Mesut Nöbetçigil

Yürüyerek İstanbul (1)

Mesut Nöbetçigil

Geçen pazar günü, İstanbul'u turlayalım dedik. Marmaray'a atlayıp Sirkeci'ye gittik.
Sirkeci Tren Garı'ndan Fener'e yürüyerek dolaştık. 

Gar'ın Marsilya'dan getirilmiş kırmızı tuğlalardan inşa edilmiş yolcu bekleme salonunun elektrikleri mi kesikti, yoksa özellikle loş olması mı istenmişti?  "Yuvarlak yüksek pencerelerdeki vitrayları farketmemizi sağlamış olabilirler mi?" diye seslendi, iyi niyetli iç sesim. Şark Ekspresi geldiğinde zengin ecnebiler istasyonun önünde bekleşen iki kişinin taşıdığı taht-ı revanlara binip, Pera Palas'a taşınırlarmış.

Hala kullanılan Sirkeci Postanesi ve az ilerisinde Cumhuriyet'in ilk bankalarından, şu an müze olmuş Türkiye İş Bankası'nın tarihi binası. İçinden paraları alıp çıkmışlar; telefonlar, daktilolar, hesap makinalarının dedesi facitler. Herkeste bir merak. Kiralık kasaların olduğu bodruma  dönerek inen, itiş kakış dolu dar merdivenler. Uydum o meraklı kitleye indim aşağıya. Kiralık kasaların bulunduğu çelik dolapların kapıları hala kilitli ama her gelen açabilir miyiz diye, çelik kapı kollarını yine de zorluyordu. Güldüm ister istemez; ya senden öncekiler açamamış, kutsal bir rituel gibi aşağıya inenlerin, en azından ben oradayken orada olanlar, ihtiyaç duydukları paraların o çelik kapının arkasında olabileceğinin hayalini taşıyor olmalılar. 

Sonra Eminönü'ndeki yeni cami. Babam camideyken, annemle ben caminin arkasındaki parkta otururur babamı beklerdik. Ama ne bekleme. O kadar çok sırtlarında çantayla dolaşan; kalem, tarak, çakmak vs. satan seyyar satıcılar olurdu ki, bazıları meydan bir yerde yüksekçe bir tabure üzerine, büyükçe bir cam kavanoz koyarlardı, içinde bulanık bir sıvı. "Aman Allahım o da ne, bir yılan. Aaa yılana bak..." diye, bizim gibi Anadolu'dan gelmiş meraklı aylak kalabalığa, kavanozun sahibi durmadan konuşurdu. "Bir jop 5 traş, yetmedi yanında plastik tarak, yetmedi arkası kuşlu ayna, tükenmez kalem, beş parça 10 lira". Durmadan konuşup, elini kaldırana uzatır, "başka var mı, tamam bir saniye" diye, çantasından seti tamamlar uzatırdı. Babam camiden gelene kadar kavanoza bakıp durmuştum, zavallı yılan. Babam, " bu dalavera tezgahıdır, burada yan kesiciler büyülenmiş gibi kavanoza bakan insanları çarparlarmış." Nitekim, "Zabıtaaa" diye  bir nara duyulunca, ortada ne yılan kavanozu kalırdı ne de satıcı, cüzdanını kaptırmış bir kaç kişiden başka..

Geçtik Mısır Çarşısı'ndan, üst katta  Pandeli Resturant vardı; içi mavi yeşil çini kaplı  duvarları, hepitopu küçük dört penceresi vardı. Birinin kenarındaki kararmış masaya kuruldum  yıllar önce. Paraya kıyıp, kağıtta ekose etekli levrek yemiştim, balon kadehte şarap eşliğinde. Duvarda siyah beyaz çerçeveli fotoğraflarda İran Şahı mı, Afgan Kralı mı ne ararsan vardı. Kendimi özel hissettiğim 1995 yılı olabilir.

Beğenirseniz "Yürüyerek İstanbul " devam edecek.

Kalın sağlıcakla.

Yazarın Diğer Yazıları