Tuğrul Emre Kaya

Sırça Köşkteki Madonna

Tuğrul Emre Kaya

Sağ ve sol isimli siyasal kavramlar, Fransız Devrimi sonrası Fransız parlamentosunda ayrı görüşteki siyasetçilerin parlamentonun sağında veya solunda oturmalarına göre oluşturulmuştur. 2.Dünya savaşından sonra ise solculara komünist, sağcılara ise faşist denilerek kutuplaştırılmıştır. Son 50 yıldır ise özgürlükleri, hürriyeti, insan haklarını her şeye rağmen savunanlara solcu, devletin yaptığı her şeye mübah gören, devlet ebed müddet anlayışında olan görüşleri benimseyenlere ise sağcı denilmiştir. Tabi bu kavramlar menfaatlere göre eğilip, büküldükçe kendi dünya görüşüne göre şekil aldıkça bu kavramlarında altı boşalmaya başladı.

Şimdi bakmayın emperyalizme karşı olup, emperyalist dedikleri ülkelerin ürünlerini kullanan modacı solculara. Solcular solculardan, sağcılar sağcılardan çektiği kadar hiçbir şeyden çekmediler. Mesela Nazım Hikmet, İnönü zamanında 10 sene hapis yattı. Menderes’in gelişiyle cezaevinden çıktı. Vatan hainliğinden, vatan şairliğine geçişi ve iade-i itibarı ise 2009 yılında AK Parti sayesinde oldu. Aynı Cem Karaca’nın 1987 yılında Özal’ın affıyla tekrar Türk vatandaşlığı verilip, ülkeye dönmesi gibi. Sabahattin Ali ise İnönü zamanında hain ilan edildi ve öldürüldü.

Sabahattin Ali’nin eserlerini ve hikayelerini okuyanlar çok iyi bilirler ki, eserlerinde temeli toplumsal olan bireysel açmazlar anlatılır. Mesela Bahtiyar Köpek hikâyesinde, “Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bundan hoşlanmıyorlar. Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin?” diyorlar. Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin? Diye o zamanki iktidara güzelleme yapmaz ve yazılmayanları, görünmeyenleri veyahut gösterilmek istenmeyenleri yazar. Osmanlı’nın son zamanlarında sarayda yetişmiştir ama sarayada muhaliftir. Cumhuriyet döneminin realist yazarıdır ama en çok cumhuriyetin kurulduğu yıllarda sıkıntı çekmiştir. Solun güçlü yazarıdır fakat sol hükümetlerden çektiğini sağ görüşlülerden çekmemiştir.

Toplum olarak diziye uyarlanmaya hazır romanları hem severiz hemde kolayımıza gider. Misal, Kürk Mantolu Madonna. Sabahattin Ali'nin 1943 yılında yayımladığı bir romandır. Roman, Raif Efendi'nin bir resimde gördüğü Maria Puder adlı kadınla tanışmasını ve aralarındaki derin aşkı konu alır. Bir furya başlamıştı hatırlarsınız, herkesin elinde Kürk Mantolu Madonna. Fakat bu eseri okuyanlar Sırça köşk kitabındaki anlatılan hezeyanları, İçimizdeki şeytan kitabı ile de insanların içindeki karanlık ve aydınlık yanları arasındaki çatışmayı, karakterlerin gelecekle ilgili kaygılarını ve ahlaki ikilemlerini, dönemin toplumsal yapısını eleştirerek, bireylerin toplumsal normlara nasıl uyum sağladığını ve bu baskının bireyler üzerinde yarattığı etkiyi pas geçerler. Deli Kurt adlı eserinde ise toplumdaki ikiyüzlülüğü ve insan ilişkilerindeki yüzeyselliği eleştirir. Toplumdaki ön yargı ve ayrımcılık gibi sorunları o dönemin şartlarında hikayeleştirir. Ama bu eserler magazin ve aşk içermediği için talep görmez.

Nasıl ki Cem Karaca’yı sadece devrimci şarkılarıyla hatırlamak isteyen ama son döneminde ‘’ALLAH YAR’’ eseri ile anmak istemeyen, Nazım Hikmeti komünist hatırlamak isteyip, tasavvuf ve Mevlevilikten esintiler olan şiirlerini ve özellikle “Ben de müridinim işte Mevlânâ" gibi dizelerindeki manevi yolculuğunu ve derin duygusal bağlarını görmek istemeyen kesimler işin hep kaymağında oldular.

Bu keşmekeş durum ve izahı pek mümkün olmayan açmazlar sadece örnek verdiğim sol kesim için değil tabii. ETÖ’ye inanıp, FETÖ’ye inanmayan, 28 Şubat’ta zulme, baskıya ve mobbinge uğrayanları anlamayıp şimdiki liyakatsiz atamaları, hükümete yakın atamaları eleştirenlerde aynı mantıkta. Ya da farklı bir akış açısıyla ifade edeyim, 28 Şubat’ta haksızlık görenlerin, gücü ve iktidarı alıp aynı mantık hatalarını yapmaları gibi. Velhasıl kelam, adalet hepimize lazım. Liyakatsizlik, kendi adamını atama ve kollama 100 yıllık problemimiz. Sadece mantık aynı. ‘’Bal tutan parmağını yalar’’ , ‘’Devir artık bizim devrimiz’’ gibi örnekleri çoğaltabileceğimiz ifadeler.

Kürk Mantolu Madonna’yı Sırça köşkte düşünüp incelemedikçe, şarkıları ve türküleri kendi ideolojimize göre ayırt ettikçe bu açmaz bitmez. Bir 100 senede geçse hep aynı noktada oluruz. Kitap okumayan ama dizi izleyen, tarih okumayan ama tarihi film karakterleri ile öğrenen, edebiyatı sadece aşk üzerine kurulu zanneden, bırakın çuvaldızı, iğneyi bile kendine batırmayan, kendi ideolojisini dayatıp kendinden olmayanları dışlayan, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan, kitabın orijinali yerine özetini  okuyan bir nesil durdurmak istiyor isek, nasıl bir yazarı tek bir eseri ile anlamak mümkün değil ise, kendi ideolojimiz, siyasi ve dünya görüşü ile de birbirimizi anlamak pek mümkün gözükmüyor.

Hacı Bayramlar da bizim, Hacı Bektaş’ta. Nazım da bizim, Kısakürek ’de. Cem Karaca’da bizim ‘’Mihriban’’ ile Karakoç’ta. 2025’in bu ilk gününde, Yunus’un divanında dediği gibi ‘’Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil. Yol odur ki doğru yara. Göz odur ki Hakk'ı göre’’ Gönül kırmadan, Hakkı gözeteceğiz.
 

Yazarın Diğer Yazıları