Cemil Tugay: “Egemenlik yeniden saraydan halka geçecektir”
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay, Birgün Gazetesi'nde demokrasi ve yerel yönetimler ilişkisini ele alan bir...
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay, Birgün Gazetesi’nde demokrasi ve yerel yönetimler ilişkisini ele alan bir makale yazdı.
Başkan Tugay makalesinde son 20 yılda Türkiye’de çoğulcu demokrasinin yerine otoriterleşme riskinin oluştuğunu belirtirken çoğulcu demokrasiye geçişte yerel yönetimlerin önemine de vurgu yaptı.
TUGAY’IN MAKALESİ ŞÖYLE;
Monarşiden cumhuriyete, hilafetten laik düzene geçiş ve sonrasında da imparatorluğun enkazından ulus devletin oluşturulması, halk egemenliğine dayanarak gerçekleştirildi. Türkiye Cumhuriyeti, saraylarda değil, en zor koşullarda bir araya gelen Millet Meclisi’nde kuruldu. 1924 Anayasası ile halkın temsilcilerini seçtiği, bu temsilcilerden oluşan Meclis’in yasaları yaptığı ve hükümeti oluşturduğu bir sistem getirildi. Bu rejim Meclis’i en üst organ olarak kabul etti. Cumhuriyet’in kuruluşunda ortaya çıkan bu anlayış Türkiye’nin siyasi kültürünü biçimlendirdi. Bu anlayış bize egemenliğin millete ait olduğunu saraya veya bir azınlığa devredilemeyeceğini öğretti.
Tarihin uzun ve kısa dalgaları vardır. Uzun dönemler açısından bakıldığında insanlık ileri doğru gider ama kısa vadede bazı döngüsel hareketler geriye gidiliyormuş izlenimi verebilir. Son yirmi beş yılı kapsayan dönemde ortaya çıkan “saray rejimi” Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik ilerleyişinde kısa bir parantez olarak kalacak, egemenlik yeniden saraydan halka geçecektir.Demokrasi, insanlık tarihi boyunca farklı içerikler, farklı anlamlar kazanmış bir kavram. Modern demokrasinin en yaygın tanımlarından biri Abraham Lincoln’e ait; O, “Halkın, halk için, halk tarafından yönetimi” olarak tanımlıyor. Bu yönetimin nasıl olması gerektiğine dair faşizm deneyimini de dikkate alarak 20. yüzyıl demokrasileri bazı ideal yanıtlar ürettiler. Demokrasi, hükümetlerin politikalarını kamunun yani yurttaşların yönlendirdiği, belirlediği ve yürütmenin hesabı sandıkta yurttaşlara verdiği, toplumun ortak görüş ve anlayış oluşturduğu bir sistem olarak kabul gördü. Bu varsayıma göre demokrasilerde; her yurttaşın katılımına açık özgür bir kamusal alan, güçlü bir sivil toplum, demokratik siyasi partiler, etkin denetim mekanizmaları, doğru bilgilendirmeyi mümkün kılan medya ortamı, eşit koşullarda rekabet, hakları güvence altına alan hukuki çerçeve olmalıdır. 20. yüzyılın parlamenter demokrasisi kendi işleyişini böyle açıkladı.
“PARLAMENTER DEMOKRASİ”
Bu demokrasi tanımına geçen yüzyıl boyunca farklı kesimlerden itirazlar oldu. Emekçi sınıflar, kadınlar, azınlıklar, sistemin dışladığı insanlar kendilerinin yeterince temsil edilmediğine inanarak demokrasinin sınırlarını genişletmek, kendilerinin daha çok kapsanmasını sağlamak için mücadele ettiler ve çeşitli kazanımlar sağladılar. Parlamenter demokrasi sivil toplumu ve toplum içindeki farklılıkları daha çok dikkate almak zorunda kaldı. Özellikle Avrupa ülkelerinde, merkezi iktidarın elindeki birçok yetki, temsilin daha doğrudan sağlandığı yerel yönetimlere devredildi. Askeri rejimlerden sivil rejimlere geçen Güney Amerika ülkelerinde yeni katılımcı modeller geliştirildi.
Öte yandan tam tersine bir gidişten söz etmek de mümkün. Parlamenter demokrasinin kendilerini temsil etmediğine inanan alt sınıflar arasında otoriter-popülist siyasetçiler itibar kazanmaya başladığına tanıklık ediyoruz.
Kısacası, içinde bulunduğumuz 21. yüzyılın ilk çeyreğinde parlamenter demokrasi hem daha geniş demokratik arayışların hem de otoriter yönelimlerin eleştirisi altında. Bize düşen, demokrasiyi sandığa indirgemeden, yurttaşların katılımıyla genişletmek, daha çok insanın daha doğrudan temsilini sağlamak, bu sayede demokrasinin kazanımlardan vazgeçmeyi öneren popülist eğilimleri engellemek olmalı.
SİYASET SADECE SİYASETÇİLERE BIRAKILMAMALI
Türkiye’de katılımcı bir demokrasiyi engelleyen önemli bir neden “çoğunlukçu demokrasi” anlayışının yaygınlığıdır. Çağdaş demokrasi, iktidarın sınırlandığı, seçimleri kazananın her istediğini yapma hakkını kendinde bulamadığı bir sistemdir. Bu açıdan ülkemiz demokrasisi her zaman sorunluydu ama son yirmi yıldaki uygulamalarla güçler ayrılığının giderek ortadan kaldırılması, demokrasiyi kazananın her şeyi kazandığı otoriter bir yöne götürdü.
Çoğunlukçu demokrasiden çoğulcu demokrasiye geçiş için yerel yönetimlerde yurttaşlara örnek uygulamalar sunmamız, gerçek demokrasinin ne olduğunu pratikte göstermemiz gerektiğini düşünüyorum. Bunu da sınırlarımızı bilerek, yasalara uyarak, farklı partilere oy verenlerin haklarını gözeterek, partizanlık ve kayırmacılık yapmayarak, adil hizmet vererek, bütün hemşehrilerimizi kucaklayarak gerçekleştirebiliriz.
Demokrasinin modern tanımında siyaset sadece siyasetçilere bırakılamayacak bir alandır. Bütün yurttaşlar siyaset üzerinde söz ve etki sahibi olabilmelidir. Ancak böylece, canlı ve verimli bir demokratik işleyişe kavuşabiliriz. Yurttaşlar beş senede bir oy kullanan “seçmen” olmaktan çıkar, kendi hayatları üzerinde söz ve karar sahibi öznelere dönüşür. Seçimler dışındaki diğer siyasi kanallar açılmalı, yeni demokratik yollar oluşturulmalıdır. Sivil toplum örgütleri, protesto ve gösteri hakkı, itirazlarını dile getirmenin farklı biçimleri demokratik bir toplumsal yaşamın olmazsa olmazlarıdır. Ne kadar katılımcı olunursa, siyaset o oranda elitlerin işi olmaktan çıkacak, temsil niteliği yükselecek, tabana yayılacaktır. Bu sayede, siyasetçilerle temsil ettiği varsayılan insanlar arasında yabancılaşma da azalacaktır. Belediye Kanunu’nun; 13’üncü maddesinde, “Herkes ikamet ettiği beldenin hemşehrisidir. Hemşehrilerin, belediye karar ve hizmetlerine katılma, belediye faaliyetleri hakkında bilgilenme ve belediye idaresinin yardımlarından yararlanma hakları vardır” ibaresi yer alır. Bu madde yerel yönetimlere her türlü yurttaş katılımı için geniş ve esnek bir çerçeve sunmaktadır.
Katılım kavramına her türlü sorununu çözebilecek sihirli bir anlam yüklemeden, yöneticisi olduğumuz şehrin özelliklerine uygun yeni ve çeşitlenmiş katılımcı mekanizmalar geliştirebilmeli, temsili demokrasinin sınırlarını halkın çıkarları için esnetebilmeliyiz. Böylece, hem kentin sorunlarını çözmek için verimli yollar bulabiliriz hem de bu tür pratikler sayesinde yeni demokratik kurumlar oluşmasına öncülük edebiliriz. Bu demokratik kurumlar, aynı zamanda yurttaşların demokrasi kültürünü özümsedikleri alanlar olarak da işlev görecektir.
Yakın tarihimizde katılımcılık konusunda esinlenebileceğimiz epey örnek var. 1970’lerde CHP’li belediyelerin sürdürdüğü halkçı-toplumcu belediyecilik birçok yönden katılımcı pratikler geliştirmiştir. Keza, 12 Eylül’ün kara propagandası nedeniyle gölgede kalan Fatsa örneği, bugün dahi dikkatle incelenmesi gereken özellikler içermektedir. Ankara’da Karayalçın döneminde birlikte karar almayı önemseyen planlama süreçleri sonunda Batıkent, Portakal Çiçeği Vadisi gibi çok başarılı yeni yerleşmeler ortaya çıkmıştır.
Dünya ölçeğinde ise en bilinen katılımcı yerel yönetim modeli Brezilya’da ortaya çıkan “katılımcı bütçe”dir. 1989’da Porte Alegre kentinde İşçi Partisi’nden belediye başkanı seçilen Olivio Dutro’nın başlattığı ve 1993’de Tarso Genro’nun derinleştirerek sürdürdüğü yönetim – toplum ilişkisinin demokratikleşmesini amaçlayan “katılımcı bütçe” süreci, kısa sürede yaygınlaşarak dünyadaki birçok kentin model aldığı bir uygulama haline geldi.
Porte Alegre deneyimi, katılımın oy vermekten ibaret olduğu geleneksel yönetme biçimlerinden radikal bir kopuş oluşturdu. Her beş yılda bir yöneticilerini seçen, sonra sahneden çekilen yurttaş, katılımcı bütçede kamu yönetiminin etkin öznesi halini aldı, devlet dışında yeni bir kamusal – siyasal alan yarattı. O zamandan atılan demokratik tohumların sonucunda bugün Brezilya’da İşçi Partisi’nin iktidara gelebildi.
Bütün bu örneklerden ilham almalıyız, kentsel demokrasi için günümüz koşullarına uygun yeni yöntemler de geliştirebilmeliyiz. Dijital ağların yaygınlaşması katılım ve demokrasi için bize yeni olanaklar sunuyor; bunlardan da yararlanmalıyız.
HABER MERKEZİ