Kötülük her zaman kötü mü?
İnsanın belirli özelliklerinin, uygun koşullar olmadığında ortaya çıkmadığını ifade eden Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan: Şartlar oluştuğunda özellikler aktif hale gelir. Buna 'epigenetik' denir. Epigenetik, genetiğin kuantumu olarak adlandırılır ve oldukça karmaşıktır
Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü, Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Kötülük genetik mi?” konusunu ele aldı. İyi ve kötü kavramlarının subjektif olduğunu belirten Prof. Dr. Tarhan, “Kişinin büyüdüğü çevre, iyi niyetin yüceltildiği, kötülüğün teşvik edildiği ortam olabilir. Eğer birey, özgür iradesiyle seçimlerini iyi niyetle yaparsa, riskli davranışları olumlu yönde kullanabilir” dedi.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan, genetiğin insanın bir nevi biyolojik programı olduğunu dile getirerek, “Tıpkı bir bilgisayarın yazılımı gibi, insanın da genetik şifreleri davranışlarımızı belirler. Ancak bu genetik şifrelerin yaklaşık üçte biri değişmez ve doğuştan gelir. Bu, özellikle davranış genetiği açısından önemlidir. Elbette, türler arasında genetik değişim üzerine yapılan birçok araştırma bulunuyor, ancak bu çalışmalar, türden türe geçişin mümkün olmadığını, sadece tür içinde genetik değişikliklerin olabildiğini gösteriyor. Ancak önemli bir nokta, DNA’nın başta mükemmel bir yapıya sahip olduğudur. Yani, basit bir yapıdan mükemmele doğru evrimleşme fikri burada geçerli değildir. İlk varoluşta DNA, kusursuz bir yazılıma sahiptir. DNA’daki bir nükleotidin veya bir amino asidin yazılımındaki herhangi bir değişikliğin kendiliğinden gerçekleşme olasılığı son derece düşüktür. Bu yüzden, bu alanda bir paradigma değişimi yaşanıyor, özellikle davranış genetiği bu değişime katkıda bulunuyor” dedi.
"Nature"ın doğuştan gelen, yani genlerimizle birlikte getirdiğimiz özellikler, "Nurture"ın ise çevrenin genlerimiz üzerindeki etkisi olduğunu kaydeden Prof. Dr. Tarhan, şöyle devam etti: “Çevre, genler üzerinde değişiklik yaparak genetik polimorfizme (çok şekillilik) yol açabilir. Bu değişiklikler zamanla birikerek nesilden nesile aktarılır. Bazı ‘vahşi çocuk’ vakaları, insanın evrimsel bir süreçle hayvandan insana dönüşmediğini, insanın insani bilgi ve medeniyet içerisinde gelişerek insan olduğunu gösterir. Yani, insan medeniyet kurmaya yatkın olarak doğmuştur. Ortam uygun hale geldiğinde, önce sessiz kalan genler aktif hale gelir. Bu genler çalışmaya başladığında protein üretimi gerçekleşir. Beynimizde serotonin ve dopamin üreten genler bulunur. Bunlar mutluluk ve hazla ilgili hormonları sağlar. Ancak bazı kişilerde genetik polimorfizm meydana gelir ve stres altında beyinleri yeterli serotonin üretemez, bu depresyona yol açar. Ancak bu kişiler stres yönetiminde başarılı olduklarında, depresyona yatkın olmalarına rağmen depresyona girmeyebilirler. Bağımlılıkla ilgili genetik faktörler de vardır. Dopamin, hazla ilgili nörotransmitterdir ve bazı kişiler haz odaklı bir yaşam sürdüğünde beyin sürekli dopamin eksikliği yaşar, bu nedenle hazza ve ödüle doyamaz. Ancak bu kişiler haz odaklı değil de anlam odaklı bir yaşam sürerlerse, beyinlerindeki serotonini daha iyi yönetebilirler ve bağımlılık geliştirmezler. Yani, yaşam tarzımız genlerimizi etkileyebilir. Davranış genetiği açısından, kişilik yapımızla ilgili genlerin üçte ikisi çevresel etkilerle şekillenirken, sadece üçte biri doğuştan gelir.”
Doğuştan gelen 12 kişilik tipi olduğunun söylendiğini dile getiren Prof. Dr. Tarhan, “Bazı insanlar içe dönük, bazıları dışa dönüktür. Kimi insanın sosyal zekâsı, kiminin duygusal zekâsı yüksektir. Kişilik tipleri doğuştan gelen temel çatıya dayanır. Birey, bu çatı üzerine istediği gibi bina inşa edebilir. Bu çatıya ait kolonlar ve kirişler vardır ve bunlar kişiliğimizin yaklaşık üçte birini oluşturur. Geri kalan üçte ikisini ise birey, çevre ve kendi iradesiyle şekillendirir. Bu duruma davranış genetiği denir. Çevre ve kişinin özgür iradesi, kişiliğin gelişimini belirler. Birey, kendini geliştirmeye açıksa ve iyi-kötü, doğru-yanlış gibi kavramlarda doğru seçimler yaparak ilerlerse, potansiyelini geliştirebilir. Aksi takdirde, yeteneklerini tam kullanamadan yaşamını sürdürebilir. Genetik bizim için bir araçtır; insan olmak için bir temel sunar, ama genetik kader değildir. Nasıl ki bazıları coğrafya için ‘kader’ derse, bazıları da genetik için bunu söyler. Ancak genetik kader olarak kabul edilmemelidir” diye konuştu.
Alzheimer'a yatkınlık geni taşıyan kişinin, beynini doğru kullanırsa Alzheimer olmayabileceğini kaydeden Prof. Dr. Tarhan, “Akciğer kanseriyle ilgili genetik yatkınlığı olan birey, kötü alışkanlıklardan uzak durduğunda ve sağlıklı yaşadığında kanser riskini düşürebilir. Yine de bu yatkınlık genleri kişinin yaşam tarzına bağlı olarak aktif hale gelebilir. Genetik yatkınlıklar, genetik polimorfizm, kişinin davranışları ve yaşam tarzı ile yönetilebilir. Birey, bu yatkınlık genlerini olumlu yönde etkileyerek, kişiliğini ve yaşamını şekillendirebilir. Yani kişilik yapımız bir çatı olarak doğuştan gelir, ancak bu çatı üzerine inşa edeceğimiz yapı, çevre ve irademizle belirlenir.” dedi.
"Kötülük geni var mı?" sorusunun, uzun yıllardır bilim insanları tarafından araştırıldığına işaret eden Prof. Dr. Tarhan, “Antisosyal kişilik özelliklerine sahip bireylerin, yani suça eğilimli, acımasız, merhametsiz ve zalim olan kişilerin genetik yapıları incelenmektedir. Bu kişilerin arasında vicdan azabı çekmeden suç işleyen seri katiller de bulunmaktadır. Örneğin, bir suçlunun kardeşi müthiş bir bilim insanı olabilir ve laboratuvarda çok başarılı çalışmalar yapıyor olabilirken, diğeri ise cani olabilmektedir. Bu durum, davranış genetiği ile ilgili incelemelerin önemli bir alanını oluşturmaktadır. En dikkat çekici genlerden biri de riskli davranışla ilişkilendirilen DRD2 genidir. Hem suç işleyen bireyde hem de başarılı bilim insanında bu genin ortak olduğu tespit edilmiştir. Riskli davranış geni, iki farklı şekilde kendini gösterebilir: Birisi riskli davranışlarını suça yönlendirerek, beyindeki dopamin gibi ödül mekanizmalarını tatmin eder; diğeri ise bu riskli davranışı gece gündüz laboratuvarda çalışarak tatmin eder. Yani, her iki durumda da aynı riskli davranış geni etkili olurken, bir kişi bunu iyi niyetle kullanırken, diğeri kötü niyetle kullanmaktadır.” diye konuştu.
İyi ve kötü kavramlarının sübjektif olduğunu belirten Prof. Dr. Tarhan, “Kişinin büyüdüğü çevre, iyi niyetin yüceltildiği veya kötülüğün teşvik edildiği ortam olabilir. Birey, özgür iradesiyle seçimlerini iyi niyetle yaparsa, bu riskli davranışları olumlu bir yönde kullanabilir. Örneğin, dağcılık yapanlar, paraşütle atlayanlar veya hiperaktif bireylerde de bu riskli davranış geni bulunabilir. Bu insanlar, adrenalin arayışıyla tehlikeli aktivitelerde bulunurlar. Ancak, aynı gen suça yatkın bireylerde de vardır. Bir kişi radikal davranışlarını iyi niyetli bir amaçla, diğeri ise kötücül bir şekilde kullanabilir.” dedi.
Bu noktada insanın özgür iradesinin belirleyici hale geldiğini dile getiren Prof. Dr. Tarhan, “Diğer canlılarda böyle bir özgür irade yok. Diğer canlılar, genetik kodlarına göre yaşarlar; yer, içer, barınır, ürer ve yaşamlarını bu şekilde tamamlarlar. Örneğin, bir aslan, en vahşi hayvanlardan biri olarak bilinir, ancak onun bir güvenlik alanı vardır. O alana girmediğiniz sürece size dokunmaz ya da aç değilse saldırmaz. Fakat insan böyle değildir.” diye konuştu.
“İyi ve kötünün arasındaki dengenin, iyiyi ödüllendirmek ve kötülüğe bedel ödetmekle ilgilidir.” diyen Prof. Dr. Tarhan, adalet sağlamanın eşitliği getirmekten ziyade, her şeyin hak ettiği yerde olmasını sağlamak olduğunu, bu yüzden kötülük kavramının, insanların gelişmişlik seviyelerine göre değiştiğini dile getirdi. Günümüzde modernizmin, haz veren şeyleri iyi, haz vermeyenleri kötü tanımladığını ifade eden Prof. Dr. Tarhan, şöyle devam etti: “Z kuşağına küresel sistem, sosyal medya, Hollywood ve eğlence endüstrisi tarafından öğretiliyor. İyi ve kötü, sadece hazla ilgili değildir. Anlam mutluluğu, erdem peşinde koşan insanın elde ettiği mutluluktur ve daha kalıcıdır. Erdem peşinde koşan insan, anlam arayışında uzun vadeli bir mutluluk elde eder. Ancak haz peşinde koşan kişi sürekli olarak yeni hazlar ister, çünkü haz geçicidir; biter ve tekrar arayışa girer. Bu nedenle haz mutluluğu yerine, anlam mutluluğunu hedeflemek gerekir. Anlam mutluluğunu arayan kişi emek verir, yorulur ama uzun vadede kazanır. Diğer tarafta, haz mutluluğunu arayan kişi kısa vadede kazandığını sanır ama uzun vadede kaybeder. Günümüzde maalesef, mutluluğu hazla tanımlama eğilimi oldukça yaygınlaştı. Bu felsefi yaklaşım, çalışmaktan, emek vermekten ve yorulmaktan kaçınmaya neden oluyor. Bu da insanlığı, iyi niyetli bir gelişim yönünden uzaklaştırarak kötücül bir yola doğru yönlendiriyor.”