Namus benimdir hakim bey!
Mart'ın sekizi demek, yaşamın her alanına tüm varlığıyla nüfuz etmiş kadınların değerini ve üç yüz altmış...
Mart’ın sekizi demek, yaşamın her alanına tüm varlığıyla nüfuz etmiş kadınların değerini ve üç yüz altmış dört gün yok sayılan haklarını sıkıştırıp, göstermelik tek bir güne doldurmak demek biraz.
Bugün tüm kadınlar haklı.
Bugün bedenlerimiz dokunulmaz.
Bugün yüksek sesle meydanlarda haykırılıyor haklarımız ve özgürlüklerimiz.
Ama gün bitip de, meydanlardaki o coşkulu kalabalık köşesine çekildiğinde biz kadınlar, Attila İlhan’ın “şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız, o mahur beste çalar müjgan’la ben ağlaşırız” dizelerindeki gibi; patlıcan biraz fazla pişti diye, perdeler azıcık kirlendi diye, ne bileyim masada kırıntı kaldı diye, ya da o beyaz gömlek neden ütülenmedi diye şiddete maruz kaldığımız evlerimize, yani makus talihimize, ‘yalnız kederli yalnızlığımız’a geri dönmek zorunda kalıyoruz.
Yine bu sene, bu Mart ayında, tıpkı öncekiler gibi, takvimlerden sekizi kopartıp, günlerden dokuza uyandığımızda, tacize uğramaktan çekinip toplu taciz araçlarında, gölgemizden korkacağız çaresizce sokak aralarında. Hatta sekiz Mart dokuza evrilmeden daha, kim bilir hangi cinayet teşebbüsleri kol geziyor olacak arka sokaklarda. Ürkek, tedirgin, sağımızı solumuzu, arkamızı kollayarak yürüyeceğiz şehrin ana meydanlarında. Fiziksel, duygusal ya da psikolojik erkek şiddetine kurban olmamak için dualar edeceğiz sabah ezanlarında.
Yıllar önce bir müvekkilimin çaresizlikle gözlerimin içine bakarak sorduğu soru hiç gitmiyor kulaklarımdan: “İnsan celladıyla aynı sofraya oturtulur mu, insan katiliyle aynı yatakta uyur mu avukat hanım?” Bu aslında sekiz Mart’ın yani güya kadınlar gününün meşhur temcit pilavı.
Her sene istisnasız sevgilisi, kocası, patronu, kardeşi, babası, en yakınındaki bir erkek tarafından öldürülen kadınların sayılarını güncelleyip, önce sesimizi bir ince yükseltip ah vah ediyor, sonra sessizce dağılıyoruz. Öfkemiz dinmiyor ama gözle görünür bir değişiklik de yok sokaklarda.
Gittiğimiz iş görüşmelerinde, özel hayatımızla ilgili sorguya çekilip, evlilik ve çocuk planlarımızdan söz ediyoruz hayatımızda ilk kez gördüğümüz insan kaynaklarına.
Siyah poşetlerin ardında, gazete kağıtlarına sararak bir suç gibi saklıyoruz doğurganlığımızı.
Trafikte “kadın şoför” diye mimlenip, beceri eksikliğine bir kaynak gibi gösterilen cinsiyetimiz sebebiyle, sıkışıp kalıyoruz korkudan kapılarını kilitlediğimiz araçlarımızda. Bindiğimiz taksinin plakasını, ellerimiz titreyerek mesaj atıyoruz en yakınlarımıza.
Çünkü hep kendimizi korumak zorunda kaldığımız bir düzen bu. Kız çocuğu olarak geldiysek dünyaya, kendimizi sakınmamız gerektiği işleniyor alın yazımıza.
Karşılaşacağımız tehlikeler, nesilden nesle aktarılıyor ve ne yapmamız, ne yapmamamız, nasıl giyinmemiz, nasıl konuşmamız, nasıl davranmamız gerektiği, makyajımızdan, oturup kalkmamıza, hatta gülüşümüze kadar kodlanıyor ruhumuza.
Şuh kahkahalar, kırmızı ojeler kabahat, kısa etek imkansız, göğüs dekoltesi olmaz, gece dışarı çıkmak asla, şort mu zinhar yasak, meslekte ilerlemek, kariyer planlamak, ekonomik özgürlüğünün olması, aile yaşamına vurulmuş birer balta!
Başımıza gelen felaketlerin ardından sorulan ilk soru hep bize yöneliyor çünkü, peşin hükümlerin okları hep bizi hedefliyor: “O saatte dışarıda ne işin vardı? kısa giydin tahrik, açık giydin sen zaten bunları hak ettin, tüm saldırıları kendin davet ettin!”
Aldığımız soluklara dahi davetkar anlamlar yükleniyor, bin yükten daha ağır. Elleri kanlı, gözünü nefret bürümüş, ağzından salyalar akan o caninin şiddeti, tacizi, tecavüzü, cinneti, cinayeti mazur görülmeye kalkılıyor karakol tutanaklarında, mahkeme salonlarında.
Binlerce yıldır bize anlatılan, çok bildik, çok tanıdık bir hikâye bu.
Töre cinayetleri, dayatılan imam nikahları, doğurduğumuz evladın cinsiyeti, kız çocuklara miras kalmasın diye çevrilen onca dalavere, bekaret kontrolleri, gözümüzün içine baka baka üstümüze getirilen kumalar, yüklenen anlamlar altında ezildiğimiz, gelinliğimizin beline ama aslında boynumuza bağlanan o kırmızı kurdele, çocuk yaşta evlilikler…
YANA YANA SÖNECEK YANGIN
Ne çileler çektik ve çekmeye devam ediyoruz! Ama bitireceğiz dertlerimizi. Toplumda görünen yüzlerden olacağız. Kadının onurunu kıran tüm alışkanlıklardan sıyrılacağız. Yana yana söndüreceğiz bu yangını.
Cezaevi ziyaretlerimde, otopsi ve olay yeri incelemelerinde ‘Aman avukat hanım geri durun, size göre yerler değil buralar’ söylemlerini kulak arkası ettim hep. Bir an olsun geri durmadım. Orada, belki de iyi niyetiyle, kadını sakınan tüm personele alıştırmak istedim varlığımızı yıllarca.
Bazı geceler kabuslarla fırlardım yatağımdan. Ter içinde uyandım çoğu zaman. Sanki suların içindeymişim gibi, sanki bir su pompası gibi küt, küt atardı kalbim. Üstümde bir ton ağırlıkla uyanırdım uykularımdan.
Sırf kadın olduğum için, ekmek mücadelemle ilgili, unutamadığım öylesine derin, hafızamdan ve ruhumdan silinmeyen, zaman aşımına uğramayan öyle yaralarım var ki, ne zaman belleğimin derinlerinden, hayalet gibi çıkıp gelseler, hala daha ağlamaklı oluyorum. Uykumda dişlerimi sıkıyorum.
Belirli üç, beş isim de değil sadece, erkek egemen bir meslekte, bugüne kadar ram etmediğim, önlerinde eğilmediğim, zerre prim vermediğim, hak ettikleri noktada, adam yerine koymadığım niceleri çıktı yoluma. O yüzden de ne isimlerini anmak ne de yüzlerini görmek isterim bundan sonra.
Ama işim gereği, mesai içinde olmam da kaçınılmazdı onlarla. Bizim sektörde deyim yerindeyse, mahalle sanıldığı kadar büyük değil. Umarım bir daha hiç karşılaşmayız aynı ortamlarda. Türlü savaşlar ve mücadeleyle geçen, ağır ve yorucu bir kâbus gibiydi mesleğin ilk yılları. Bilen bilir, yine de ne başımı eğdim ne de cüppemi. Bedeli çok ağır oldu.
Bu bana hep çok dokunaklı gelir. Çünkü bu meslek ilkokuldan beri hayalimdi, tek ve mutlak. Çocukluğumda “Söz Savunmanın” ismiyle TRT’de yayınlanan Avukat Petrocelli’yi izleyerek karar verdim ben avukat olmaya. Harvard mezunu olan ama karavanda yaşayan, yaptığı savunmalarla kalbimde taht kuran, cüppeli kahramanımdı o benim. Otuz yılı aşkın meslek hayatımda elbette çok, çok, çok ağır savaşlar verdim. O yüzden ruhum çizik ve yara içinde. Ama bu meslekte, üstelik çok genç yaşlarımdan beri, ne zirveler gördüm, hepsinde hala bayrağım dalgalanıyor.
Yirmilerinde kimseye boyun eğmeyen bu kadın, o günden bugüne, tek bir kişiye bile, eyvallah etmedi meslek camiasında. Bin defa aynı savaşları versem, mesleğimden uzak kalsam, yine de boyun eğmem zaten. Tek ve en büyük tesellim budur, çok şükür.
Demem o ki ne yapsalar nafile; biz kadınlar kah tarlada traktör tepesinde, kah pilot olarak bilmem kaç bin feet yükseklikte, devletin zirvelerinde, köşedeki araba tamircisinde, Nobel ödül törenlerinde, laboratuvarlarda, kliniklerde, karakollarda, mahkemelerde, her yerde, hep var olacağız.
Ama ne yazık ki bir yandan kendimize toplumda yer açmaya çalışırken, bir yandan da psikolojik, fiziksel, cinsel şiddet ile baş etmeye çabalayacağız.
Çünkü biz hangi konumda olursak olalım karşı karşıya kaldığımız şiddet hiç değişmeyecek.
Karakollarda gözleri mosmor, ağlamaya mecali kalmamış kadınların dertlerine koşturmaktan ve onları bu dertlerle baş başa bırakan sistemlerden usandım. Namus temizliği cehaletinin, erkeklik indiriminin duruşma salonlarında bir karşılığı olmasından yoruldum.
Kadının kahkahasının, rujunun renginin, sokağa çıktığı saatin, kot pantolon giymesinin hiçbir şey ifade etmediğini; ‘hayır’ın daima ‘hayır’ demek olduğunu, çaresizlikle ama bıkmadan, usanmadan, asla yılmadan, son nefesime kadar anlatmaya devam edeceğim.
BU AYIP HEPİMİZE YETTİ
2015 yılında, kocası tarafından fuhuşa zorlanan ve defalarca şiddet gören Çilem Doğan, kendisini koruyabilmek için bir cinayet işlemek durumunda kaldı. Onu koca koca adliye salonlarına sığdıramadık. Yıllarca okuduğumuz cilt cilt hukuk kitaplarında çaresini bulamadık. Kaderine boyun eğdirip, çaresiz bıraktık. Ben seni korurum, korkma hiç kimseden diyemedik. Nicelerine diyemediğimiz gibi. Bu ayıp hepimize yetti.
Çilem Doğan; “Bir de ne yalan söyleyeyim, hayatta kalmış olmanın saklayamadığım bir sevinci var içimde. O ölmese ben ölecektim. O size, beni pazarlamaya karar verdiğini söylemeyecekti, başka adamların koynuna beni sokma planlarını anlatmayacaktı. Kaç kere hastanelik olduğumdan bahsetmeyecekti. Çay bahçesinde çekilmiş bir fotoğrafım var. Biraz yan gülmüşüm. Belki de o fotoğrafı gösterip namussuz karılar gibi çıkmış filan diyecekti. Karısını başka adamlara satan o değilmiş gibi ‘namusumu temizledim’ diyecekti. Siz onu 3-5 yılla yargılayıp, namusu kirlendi diye mazur görüp, yandan gülüşümü tahrik sayıp bir de üzülecektiniz adama. Oysa namus benimdir Hâkim Bey, bir kâğıda imza attık diye kimselere bırakmam.” dedi savunmasında.
Bu satırları anlamak, o kadar çok yaşanmışlık gerektiriyor ki. İçimizi sızım sızım sızlatan bir hayat. Çaresi olmamız gereken bir dertle baş başa bıraktığımız bir kadının, mahkeme salonundaki iç dökmesi bu satırlar.
Ülkemizin dört bir yanına yayılmış ve “Kıskandım hâkim bey!” beyanlarına itibar edilen magandalar, takım elbise giyip, kravat takınca “adam” olduğunu sananlar, haksız tahrik, iyi hal, adı her ne olursa olsun gereksiz ceza indirimleri, dilimize yerleşmiş mesnetsiz, içi bomboş savunmalar!
İşte bu yüzden bezgin bir yorgunluk içindeyim. Ateş suya, gün geceye teslim olunca, uzun yük kervanları gibi ağır ilerliyor, evsiz bir çocukluk ve öksüz kalmışlık oluyor zaman. Geçmiyor, bitmiyor.
Ellerim, ceplerim, gözlerim bomboş. Ölü evindeki eski ayakkabılar gibiyim. Ruhum paslı, yaşlı, tortular içinde. Çöp kenarına bırakılan eski kıyafetlerden farksız hissediyorum, erkek şiddetini izlediğim tüm haber bültenlerinde.
BAHARDA ÜŞÜNÜR MÜ?
Peki ya, baharda üşünür mü? Parmak uçları donup, elleri buz keser mi bir insanın Mart ayında? Mevsim ne olursa olsun, ben her gece donuyorum bu ayazda, rüzgâr fırtınaya dönüp savuruyor, amaçsız çöl kumu gibi dağılıyor her yanım. Bin yaşında kuru bir ağaç gibi, tatsız, bereketsiz, her yanı çürük içinde, kalemi kırık, cümleleri kayıp bir fani oluyorum.
Kim bilir bu topraklarda kaç genç kız, kaç çocuk gelin soldu kendi kendine?
Hayat hepimizi ha bire sınamaya, bir yerden alıp bir yere savurmaya, sarsa sarsa, duvardan duvara vurmaya devam ediyor. Öyle yorgun hissediyorum ki bazen, gözlerim zorla açılan, paslı, gacır gucur ses veren panjurlar gibi berbat, kuruyor, yanıyor. Belki görüyorum çevremdekileri, ama her şey öylesine sıradan ve renksiz ki. Hele ruhum?
Bir sekiz Mart daha geliyor, yine sloganlar atılacak, pankartlar açılacak meydanlarda. Kadın cinayetleri, alanında uzman ve her gün duymaya aşina olduğumuz beylik laflarla tartışılacak televizyon programlarında. Yarı uykulu, yarı uyanık, dün öncekinden, yarın bugünden farksız geceler, gündüzler, günler, haftalar, aylar birbirini kovalayacak.
Çocuk yaşta evlendirilen, yetersiz ya da işlevsiz görülen bir başka hem cinsine kuma verilen, şiddet gören, bir mal gibi alınıp satılan, pazarlanan, aşağılanan her kadının hikayesi bir koca yük gibi her gün yeniden yüklenecek omuzlarımıza.
Bu şehrin kıyı ve köşelerinden; yokluğun, terk edilmişliğin, sefaletin, acının, insanlık dışı her şeyin kol gezdiği yerlerden ne uzağız ne de güvendeyiz hiç birimiz.
Sokaklardan lağım sularının aktığı ve ölümüne olmayan aşkların yakışık almadığı, her türlü inceliğin ahlaksızlık sayıldığı yerlerde, gecenin bir saatinde başa inecek bir taş, bir kürek sapı ve şiddetin her türlüsünün kabul gördüğü saatlerde, ölüm bilinen kılıklarda değil, tebdil geziyor yanı başımızda.
İşte bu yüzden, tüm şehir uyurken, Karşıyaka susarken, ben gece olunca gökyüzü ile konuşuyorum sessizce.
Öldürülen, şiddete maruz kalan, terkedilip bir köşeye atılan, haksızlığa uğrayan her kadın için, kutup yıldızı gibi dertleşiyorum kalbimle. Yüreğimdeki düşler atlasının her bir sayfasında, biriktirdiğim ne varsa, okyanus dalgaları gibi saçlarıma, deniz kokusu gibi tenime dokunuyor usulca.
Ben her gece yine ve yeniden, akrep ve yelkovan yavaşça dönerken yüzünü yeni güne, dizlerim karnımda, hemen yanı başımdaki oksijen cihazının mekanik sesine alışkın nöbetçi kulaklarımla, umudum ve inancım ve inadım hariç her şeye kapanıyorum. Gözlerim yarı açık, dizlerim çözülüyor, şakaklarım sızlıyor, ellerim titriyor, ensem ürperiyor gece olduğunda.
Perdeleri her gün yeniden açılan Düşler Tiyatrosu’nda, çaresiz kalan ve bırakılan her kadın için, hayallerimde en güzeli dilemek ve gökyüzüne açılan ellerimden başka çarem de yok, mümkünüm de.
Oysa her şeye sevmekle başlamadık mı? Kalplerimiz birbirimiz için çarpmadı mı? Sevgi; içinde kan, kin, nefret ve şiddet barındıran bir şey olamaz, olmamalı. Sevgi; özendir, özeldir, hassasiyettir, inceliktir, değer vermektir, dokunmaya kıyamamaktır. Hayatı paylaştığın birliktelikten kuvvet almak, birbirinin yol arkadaşı, yoldaşı olmaktır.
Hümeyra’nın şarkısı gibi;
“Bunları nasıl anlatsam?
şöyle sevmeyi, insan gibi sevmeyi,
nasıl anlatsam?”
Çünkü sevgili olmak; bereketim, aklım, bilgim, hasretim, neşem, mutluluğum, düşünenim, koruyup kollayanım, nerede olursa olsun, hayali, arzusu, sevdası, duaları, varlığı, yüreğiyle sarıp sarmalayanım oldun dedirtebilmektir.
Lale Müldür dizeleri ile bitsin bu yazı da;
“Bir kadınım ben
ve insan kadın olunca
her şeyi unutur.
yüreğinin içindekinden başka.”