Hilâl-i Ahmer Çiçekleri

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

On sekiz Mart. Ülkemin kaderinin yazıldığı gün. Yedi düvelin kanlı elleri, hırstan dönmüş gözleri; ürkek, yaralı, yorgun vatanımın üzerine dikilmiş. Doğusuna Ruslar konuşlanmış, batısına İngiliz ve Fransızlar göz dikmiş. El değmemiş, her bir karışı namus olan vatanımın, dört bir yanı işgal altında.

Devlet-i Aliye Osmanlı’nın başkenti; en dokunulmaz, en kutsal olan İstanbul… Düşerse, işgalciler kapısına dayanırsa; evsiz, yurtsuz, kimsesiz kaldığımızın resmi, nazlı İstanbul.

Ve İstanbul’un giriş kapısı Çanakkale.

İngiltere ve Fransa; bir deniz harekâtıyla Çanakkale’yi ele geçirip, Osmanlı’yı tam kalbinden, İstanbul’dan vurmak istiyor. Böylece Osmanlı, hasta adam, savaş dışı kalacak, topraklarımız paylaşılacak ve doğudaki müttefikleri Rusya’ya yardım gönderebilecekler.

Ama karşılarında etten duvar örmüş bir millet ve o duvarın harcı Mustafa Kemal ve askerleri var.

Tarafları iyi analiz etmek lazım. Düşman, zamanın en modern ve teknik donanmasına sahip. Başka milletleri, Anzakları mesela kendisine kurşun asker yapmış durumda. Konserveler dolusu yiyecekler, ilaç ve sağlık hizmetleri son derece eksiksiz, tüm gücü ve kuvvetiyle ittifak kurmuş, sapasağlam ülkeler.

Bizimse Mehmet’imiz var mesela. Ayağında yırtık bir çarık, üstü başı yamalı, öğlen şansı yaver gittiyse içebildiği bir hoşaf, ilaç falan hak getire. Anneciği, vatanına kurban olsun diye başını kınalamış Mehmet’imin. Korkuyor tabii. Korkmaz mı hiç. Her yer ölüm. Alınan her soluk, bir sonrakinin meçhullüğü altında eziliyor. Ölmemek kabahat sanki. Ölmemek, bu güzel vatan uğruna canını vermemek ayıp, günah, ihanet. İçine sinmiyor ki zaten Mehmet’imin. Aldığı nefes yük geliyor.

İsmail var mesela. Karnı burnunda karısını bırakıp, cepheye koşmuş. Evladımı görebilecek miyim acaba diye dalıyor uzaklara. Dün öğlen iki zeytin yiyebilmiş. Bugün akşama çıkarsa, şekersiz üzüm hoşafı dağıtılacakmış. Geçen ki çarpışmadan bir kulağı duymuyor. Yanı başında çocukluktan bildiği, köylüsü Mahmut’u vurmuş düşman. Onun mermisinin sesinden sağır olmuş İsmail. Gözlerinin önünden gitmiyor Mahmut’un son bakışı. Uyuyamıyor günlerdir. Karısına bir mektup yazmış Mahmut. Kelime-i şahadet getirirken tutuşturuvermiş İsmail’in eline.

Kahramanlarımız

“Çanakkale içinde bir uzun selvi, kimimiz nişanlı, kimimiz evli, off, gençliğim eyvah!”

Kadın kahramanlarımız var bizim mesela.

Mücahide Hatice Hanım var. Nam-ı diğer Ahmet. Kadın olduğunu herkesten gizleyerek, Çanakkale Anafartalar’da silahıyla muharebelere girmiş, şarapnel ve kurşunlarla dokuz yerinden yaralanmış, benim diyen erkeğin alnını karışlayan Hatice Hanım.

Zaferini nasıl da anlatıyor sevinçle ve gururla; “Yunanlılar beni esir ettiler. On muhafız askerle yola çıkardılar. Yolda bir arabaya denk geldik ve beni arabaya naklettiler. Mola sırasında şoförlüğü iyi bildiğimden arabadaki silahlarla arabayı aldım ve kaçtım. Arkamdan koşan Yunan askerlerini tepeledik.”

“İzmir’in Kemalpaşa kazasının Ahmetli Köyü’nden Hacı Halilzâdeler’denim. Babam merhum Mehmet Efendi’dir. Çanakkale Anafartalar’da 56. fırkada silahımla muharebelere iştirak ettim. Adım Ahmet idi. Benim kadın olduğumu kimse bilmiyordu. Şarapnel ve kurşunlarla dokuz yerimden yaralandım” diyor. Hatta diyor ki, “Memleketime döndüğümde beni hayretle karşıladılar, öldü zannediyorlarmış.”

NEZAHAT HANIM

Nezahat Onbaşı var mesela. Gediz Cephesi’nde savaşın kötüye gitmesiyle, bazı erler geri çekilip, kaçmayı düşündüklerinde, atıyla 600 kişilik bir alayın önünü kesip, “Ben babamın yanına ölmeye gidiyorum, siz nereye gidiyorsunuz!” diye bağıran, o erleri cepheye döndüren ve Gediz cephesini geri alan, bu savaştan sonra da onbaşı olan Nezahat Hanım var. Bakmayın Nezahat Onbaşı olarak anılmasına, Nezahat Hanım bu rütbeyi kazandığında, henüz 12 yaşında küçük bir kız çocuğu aslında.

Zeynep Çavuş var mesela. Dragaşlı Zeynep Mido Çavuş. Ailesini Kosova’da bırakıp, tek başına cepheye giden ve kahramanca şehit olan. Bu hikâyenin bir başka etkileyici tarafı, Zeynep Mido Çavuş’un o sırada bekâr ve gelinlik çağında bir genç kız olması. Zeynep Mido Çavuş’un hikayesi Gora ve Dragaş’ta halâ dilden dile anlatılır.

Cephede kahramanca savaşan kadınların yanı sıra Hilâl-i Ahmer Cemiyetleri’nde gönüllü çalışan kadınlar var mesela. Seferberliğin ilan edilmesi üzerine Çanakkale Savaşı’na destek vermek için topyekûn çalışan kadınlar var. Kimi bu süreçte, cepheden gelen yaralılara evlerini açmış, kimi cephedeki askerlerin aileleri ve çocukları için çalışmış.

Çanakkale Savaşı’nda sağlık, eğitim, yardım faaliyetleri çerçevesinde cephede savaşan Mehmetçiğe maddî ve manevî olarak destek olan kadınlar çoğunlukta. Bu kadınların topladıkları yardımlar, yaralıların bulunduğu hastanelere ve Müdâfaa-i Milliye veya Hilâl-i Ahmer Cemiyetleri vasıtasıyla gazilere ve yardıma muhtaç asker ailelerine ulaştırılmış.

Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin yardım toplama faaliyetinde öncelikli konulardan biri de şehit çocukları olmuş. Bayramın birinci günü Hilâl-i Ahmer kadınları tertip ettikleri çiçek günü münasebeti ile gazetelere;

“Bir kahramanın ak alnı üstünde açılmış bir kırmızı yara gibi, beyaz sinesinde kanlı bir hilâl gibi ağlayan bu çiçekler için, hepimizin vereceği küçük paralar toplanacak, birikecek; sargı, ilaç, gıda olacak. İstanbul kapılarını beklerken, yaralanan askerlerimiz bunlarla şifa ve hayat bulacak” ilanı verilmiş ve İstanbul halkından bu çiçeklerden almaları istenmiştir.

Çanakkale Savaşı’nda, cemiyetin çiçek satışından elde ettiği gelir Hicrî 1329 (Miladî 1913)’da 549, 1330(1914)’da 1518 Osmanlı Lirası olup; 1331 (1915)’de bu miktar 2.255 Osmanlı Lirasına ulaşmıştır. 1332 (1916)’de yılında ise elde edilen gelir 1.450 Osmanlı Lirasıdır. Çanakkale Savaşları’nın olduğu 1331 (1915) yılı çiçek satışından elde edilen gelirin yüksek oluşu dikkat çekicidir.

(Sabah gazetesi, “Hilâli Ahmer Çiçekleri Alınız”, 30 Temmuz 1331 yani 12 Ağustos 1915 tarihli baskısı)

Türk kadını Çanakkale Savaşı’nın ve Kurtuluş Savaşı’nın şehit annesidir. Kaybettiği eşinin, çocuğunun ve hatta milletinin acısını büyük bir metanetle karşılamıştır. Cepheden dönen yaralılar arasında evladını arayan ancak, bulamayan bir Türk annesi şu sözleri söylemiştir; “… Kalbim diyor ki Osman’ım şehit olmuştur. Fakat her halde ister gazi ister şehit olsun, değil mi vazifesini yapmıştır. Gam yemem. Allah devlete, millete zeval vermesin”

(Sabah gazetesi, “Harp ve Kadınlarımız”, 24 Haziran 1331 yani 7 Temmuz 1915 günlü baskısı, sayfa 3.)

Bir de Mustafa var. Mustafa Kemal.

35 yaşlarında. Annesi Zübeyde Hanım, kız kardeşi Makbule, nerelerde kim bilir. Osmanlı’nın yarbay rütbesinde subayı. Memleketin her köşesine girmiş düşman askerleri, uykusunu kaçırıyor. Her bir yanı ölüm. İçinde yanan o memleket ülküsü, vatan sevgisiyle, pervane olmuş Mustafa Kemal. Vatanımıza vurulmak istenen esaret zincirini kırmak istiyor. Kanı deli akıyor derler ya, öyle işte. Memleketin önünde adeta siper olmak istiyor.

Çekinme yok

Şöyle anlatıyor o günleri;

“Bomba sırtı olayı (14 Mayıs 1915) çok önemli ve dünya harp tarihinde eşine rastlanması mümkün olmayan bir hadisedir. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre, yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulmamacasına, hepsi düşüyor. İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerine gidiyor.

Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Bomba, şarapnel, kurşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılma yok. Okuma bilenler Kur’an-ı Kerim okuyor ve cennete gitmeye hazırlanıyor.

Bilmeyenlerse kelime-i şehadet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlar. Sıcak, cehennem gibi kaynıyor. 20 düşmana karşı her siperde bir nefer süngüyle çarpışıyor. Ölüyor, öldürüyor. İşte bu Türk askerindeki ruh, kuvvetini gösteren, dünyanın hiçbir askerinde bulunmayan, tebriğe değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.” diyor.

(Zümrüt Sönmez, Kızıl Toprak Ak Yemeni Savaşın Kadınları, İstanbul: Yarımada Yayını, 2008, sayfa 53-54; Ebubekir Sofuoğlu, Kosava’nın Çanakkale Kahramanları, İstanbul: Yarımada Yayını, 2007, sayfa 80)

Ölmeyi emrediyor Mustafa Kemal. Askerlerine, “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir.” diyerek.

Canın ne kadar kıymetsiz olduğunu anlıyoruz o zamanlarda. Çünkü aslolan vatan.

Aslolan İsmail’in doğmamış çocuğu, Nezahat Onbaşı’nın doyamadığı çocukluğu, Zeynep Mido Çavuş’un kefen olan gelinliği, aslolan toprağından bereket fışkıran, denizi asi, hırçın, rüzgârı teni okşar gibi olan vatan. Dağlarında çiçekler açan, altın güneşin sırmalar saçtığı vatan.

Mustafa Kemal, “Burada hayat o kadar sakin değil. Gece gündüz, her gün çeşitli toplardan atılan şarapneller ve diğer mermiler başlarımızın üstünde patlamaktan hal kalmıyor. Kurşunlar vızıldıyor ve bomba gürültüleri toplarınkine karışıyor. Gerçekten bir cehennem hayatı yaşıyoruz.

Çok şükür, askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidir. Bundan başka hususi inançları, çok defa onları ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini kolaylaştırıyor. Filhakika onlara göre iki semavi netice mümkün. Ya gazi ya da şehit olmak. Bu sonuncusu nedir bilir misiniz? Dosdoğru cennete gitmek.” diye bahsediyor mektuplarında.

Cephedeki durumun vahametini tek kelimeyle özetleyiveriyor: cehennem.

Çanakkale gazimiz Mustafa Aksoy o günleri; “Seddülbahir’de başımızdaki komutan Yüzbaşı Şerafettin Bey, besmele çekip ‘Hadi aslanlarım, ananız sizi bugünler için doğurdu. Ben sizin önünüzden, siz arkamdan gelin, sakın korkup geri çekileyim demeyin, düşmana aman vermeyelim’ dedi. Düşman çok kalabalık geliyor, Zığındere tarafından çevirme yapmış.

Biz de taktik icabı geri çekildik. O sırada dizlerimin altından vurulmuşum. Yanımda arkadaşlarım şehit olmuşlardı. Kanlı derenin içi yaralı dolu, katırlar ve atları da dereye indirmişler, onlar bile titriyor. Sıhhiye yok, yaralarım kendiliğinden soğudu. Destek ekip ile yeniden cepheye gittik.” diyerek anlatıyor.

275 KİLOLUK MERMİ

Ölümün her saniye varlığını hissettirdiği, kurşunların yağmur gibi yağdığı, insanların kolsuz, bacaksız ama ölmediği için hala daha savaşmaya, vatanını korumaya devam ettiği bir savaş bu.

İnanın hiçbir şeyimiz yok. Seyit onbaşıya 275 kilogramlık mermiyi taşıtan, Hatice Hanımlara Ahmet olma cesareti veren, evladını mermilerin arasında uyutan Fatma Bacıya güç veren, bir kolunu kaybetmiş Hüseyin’e halen daha mücadele edebilme gayreti veren, Mustafa Kemal’e güç kuvvet veren imanımızdan başka, hiçbir şeyimiz yok.

Türk kadını, Çanakkale Savaşı’nın gizli kahramanıdır mesela. Hem cephede hem de cephe gerisinde ülkesine, vatanına, milletine hizmet etmiş, savaş sırasında tüm benliğiyle; “savaşan”, “hasta bakan”, “yardım toplayan”, “çalışan”, “anne-eş-kardeş” kimliğiyle her alanda faaliyet göstermiştir.

Cephenin gerisinde yüzlerce kadınımız, geceli-gündüzlü gönüllü çalışmış mesela. Üç ay zarfında 135.000 kat çamaşır hazırlanmış, seferberlik başlangıcında sadece Müdâfaa-i Milliye Cemiyeti için 60.000 adet avcı yeleğinin dışında, 10.494 gömlek, 10.494 don, 1.506 terlik, 1.411 çarşaf, 1.612 entari, 2.112 hasta gömleği, 222 yatak, 214 yorgan, 170 yastık, 166 takye, 50 battaniye, 9 top Amerikan bezi, 17.331 çorap mendil, 5 karyola, 5.096 tas, 12 ibrik, 30 pamuklu hırka, 24 derece, 60 şırınga, 72 idrar şişesi, 133 emaye leğeni, 26 küvet, 156 maşrapa, 5.630 kaşık, 1.900 adet havlu, 15 sargı, 165 kilo sabun, 5.604 tabak toplamı 83.661 adet parça yardım malzemesi hazırlanıp, tedarik edilmiş. Dile kolay.!

İşte bu yüksek ruhla, dillerden düşmeyen dualarla kazanılmış bir savaş bu. Bayrağımız boşuna kan kırmızı değil bizim. Bastığımız yerler toprak değil, altında binlerce kefensiz yatan, şehadete erişmiş canlarımız var.

Onlar sayesinde, Bigalı Mehmet çavuşlar, Ezineli Yahya çavuşlar, Zeynep Mido çavuşlar, Havranlı Seyit onbaşılar sayesinde, bu ülkenin namusuna zeval gelmedi.

Komutanların, askerlerine ne denli güvendiğini görüyoruz bir de. Nasıl güvenilmesin ki. Şehadete ant içmiş, ölmemeyi ayıp sayan bu neferler, dağ gibi dimdik durmuşlar onca sefaletin içinde. Birbirimize anlatmaya gerek yok aslında. Hangimiz canını vermez ki bu cennet vatan uğruna. Vatanı müdafaa huydur bizde.

Çocuklarımıza bayrağı gördükleri yerde öpmeyi öğretiriz. Öpüp alnına koymayı. Tüm bayramlarımızda şehitlerimize, gazilerimize minnettar olmayı, İstiklal marşımızı saygı duruşuyla, al bayrağımıza baka baka haykırmayı öğretiriz.

Spor müsabakalarında dahi sporcularımız, bayrağımızı yerlere sermeye kıyamaz. Askerlerimizi davullu zurnalı, şölenle göndeririz asker ocaklarına.

Böylesine kutsaldır bizim için vatan.

  1. yılını kutladığımız bu zafer, Kurtuluş Savaşı’mızın ilk tohumlarını serdi yüreklere. Cumhuriyetimizin ayak
  2. seslerini duyurdu. Ve en önemlisi “Çanakkale Geçilmez!” dedirttik tüm dünyaya.

Geçilmez arkadaşım; ne Çanakkale ne de yurdumun bir avuç toprağı, geçilmez biz sağ olduğumuz, nefes aldığımız müddetçe!

 

Hilâl-i Ahmer Çiçekleri

Yorumlar kapalı.