Av. Çiler Nazife Koşar

Avukatlar Günü’nün temeli İzmir’de atıldı (2)

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Buruk kutlamalardan biri de bu sene. Haciz mahallinde öldürülen, ekonomik sıkıntılar nedeniyle intihara sürüklenen, 06.02.2023 tarihinde yaşadığımız deprem felaketinde kaybettiğimiz nice meslektaşın acısı dağlıyor yüreğimizi. Bir sürü sahipsiz cübbeyle beraber kutluyoruz yine.

Öyle bir uğraş ki bu… Her şeye rağmen, her zaman eksiksiz devam etmeli. Mazeret bildiril(e)mez. Çilesi, derdi sonlanmaz bir girdap gibi. İçine çektikçe çekiyor insanı.

Derdine derman olmaya çalıştığın müvekkilin, sabah akşam demeden fütursuzca arar. Biraz telaşla bir şey mi oldu diye sorsan, arayamayacak mıyız avukat hanım diye diklenmeye kalkar. Tek dosyan kendisi zanneder hani. Zaten gereken bilgiyi kendisine vermişsindir ama bir dea nnesi, babası, kardeşi, eşi, hatta kapı komşusu arar. Sabırla izah edersin defalarca hem de.

Müvekkiline bir de psikolog olursun üstelik. Parayla dert almak der eskiler bizim meşgalemize. Müvekkil anlatır, dermanını söylersiniz, rahatlar gider. O dermanı oldurmayla baş başa bulursunuz kendinizi, derman siz olursunuz uzunca bir süre.

Yalnızca dava konusuyla da sınırlı kalmaz bu sohbetler. Canını sıkan ne varsa paylaşası gelir müvekkilin. Çünkü biz ser verir, sır vermeyiz. Meslek kurallarımız, yükümlülüklerimiz vardır bizim. Hem davalar insan hayatının en temelinde durur başta. Kişilik haklarına bir saldırı gibi tüm gündeminizi, uykusuz gecelerinizi ele geçirir. Kafanızı kurcalar, bir örümcek ağı gibi sarar aklınızı. Bizim işimiz, bu merkezi kendimizinkine ilave etmek aslında.

Müvekkili en korunaklı alana çekip, gündeminden görünürlüğünü azaltarak çözüme ulaşmayı hedefleriz. Sırtındaki yükleri alırız bir bir. Cansiperane, büyük bir özveriyle ilmek ilmek işleriz bundan sonrasını. O, bir süre sonra davasını sadece celseden celseye anımsar hale gelir. Artık bizim uykularımızdır kaçan.

Kendi dertlerimiz ötelenir birden. Faturaların son günü, yoğun bakımdaki anne, acaba bugün sağlığı nasıl diye düşünülen baba, evde bekleyen çocuklar, eş, dost, arkadaş, akraba tüm önemini yitirir. Müvekkilin ev kirası, faturası, işi, annesi, babası, çocukları, arkadaşı gelir gündemin baş köşesine oturur. Para kazanmak elbette önemli, ama bir noktadan sonra davamız bizim namusumuz gibi olur.

Ruhsat aldığımız anda, cüppemizi giyerken namusumuz ve vicdanımız üzerine yemin ederiz biz çünkü.

Hiçbir para, ateşler içinde yatan çocuğunuzun başında, ya da bir yoğun bakım odasında en sevdiğinizi beklerken, ertesi günkü savunmanıza çalışmanın karşılığını veremez ki zaten…

Üstelik kimse avukata para vermek de istemez. Ne yaptın, iki dilekçe yazdın, bir duruşmaya girdin deyiverir bir anda. Özveriniz, emeğiniz, sabahladığınız o geceler çöp oluverir. Tüm varınızı yoğunuzu verdiğiniz bu işin, alın terinizin, emeğinizin karşılığını istemek ayıptır adeta. Manavdan bir limon dahi alırken parasını soran çoğu insanın, hayatlarının merkezine koydukları, dertlerine derman olan avukatlara ödeme yaparken eli titrer.

Davayı kazandığınızda siz bir şey yapmamışsınızdır, onlar zaten başından beri haklıdır. Allah korusun haksız çıkarlarsa, eksik, hatalı, beceriksiz, yani davayı kaybeden siz olursunuz.

Ha işin mutfağı vardır bir de. Kendimize zar zor yer bulabildiğimiz görkemli Adalet Sarayları.! Girişte arzuhalciler karşılar bizi. Sanki pazar tezgahında elma, armut, domates satar gibi yarım yamalak, ucuz dilekçelerini satarlar.

Oysa Yargıtay’ın çok sevdiğim kararlarından birinde, ‘Dava dilekçesi, davanın alın yazısıdır.’ der. Bizlerin günlerce ve gecelerce kafa yorduğu, kılı kırk yardığı, her kelimesinden adı gibi emin olmak istediği alın yazısını; semt dolmuşlarının arasında, onca kaba gürültünün ortasında bir sayfalık, hukuktan yoksun, komşuyla dertleşir gibi anlatan, saçı, sakalı ağarmış adliyeden emekli amcalara emanet ediverirler. O ucuz dilekçe, alnınıza yazı olarak yazılır bilmeden.

Adliye kapısından girerken elinizde evrak çantası, o çantada kırışmasın diye kolunuza attığınız cübbe, diğer elinizde dakikalar sonra duruşmasına gireceğiniz dava dosyası, can havliyle baro kartınızı arayıp bulmanız gerekir. Yoksa giremezsiniz, sanki adliyenin en büyük düşmanıymışsınız, terör örgütü mensubuymuşsunuz gibi almazlar sizi içeri. Bir insanı cezalandırmak için, soyut bir beyan yeter de bazen; bir avukatın ‘baro kartımı bulamıyorum’ beyanı yetmez o kapıdan girerken.!

Asla vaktinde başlamayan ama sizin tam saatinde hazır olmanız gereken duruşma salonlarının kapısında volta atarsınız bir mahkûm gibi. Müvekkil dört duvar arasında, siz adliye koridorunda voltalarsınız, hakim ve savcı sabah kahvelerini içerken aheste aheste. Mübaşire rica minnet, dosyayı vaktinde aldırmaya çalışırsınız ağız eğerek. Tek davanız o değildir ya, hani avukatsınızdır ya, yetişmeniz gereken bir duruşma daha olduğunu açıklamaya çalışırsınız hakime, mahkeme heyetine. Kurallara uymalarını, bir lütuf gibi rica edersiniz onlardan.

Nihayet yerinizi alırsınız duruşma salonunda. Okunmayan tutanaklar okundu sayılır, matbu kararlar kopyalanıp, yapıştırılır. Sayın iddia makamı, kolluğun hazırladığı fezlekeyi önce iddianame, sonra da mütalaa diye aktarıverir sisteme. Hiç göz göze bile gelmez ortada yargılanan sanıkla. O sanığın geleceği ve hayatı, pembe bir dosyadan ibarettir sadece.

Sayın heyetin kıdemli üyesi arkasına yaslanmış, uyuklar vaziyette, gelen tanıkları dinliyor gibi yapar çoğu zaman. Kıdemsiz üye kürsüye almaması gereken telefona bakmaya başlamıştır bile. Başkan mahkemeyi idare etmeye, dengeyi kurmaya çalışır. Ara ara göz göze bile gelebiliriz eğer şansımız varsa.

Tüm bu yaşananların en başından beri her şeyin, aslında tüm sistemin farkında olan bizler, sıramızı bekleriz sabırla. Söz savunmanın dendiği an, cübbemizden aldığımız kudretle başlarız sözlerimize. Önce uyuklayan üyeyi uyandırırız yüksek bir tonla, sonra sayın savcıya sesleniriz şöyle bir.

Anlattıkça anlatırız. Haklı olduğumuzu anlarlar anlamasına da, duruşmadan çok önce hazırladıkları o matbu kararı değiştirmek, şimdi onlara ekstra iş çıkarmak gibi gelir bazen. Onun yerine üst mahkemelere sevk ederler işi. Üç beş yıl sürüncemede kalan bir yargılamanın, onlar bakımından ne sakıncası olabilir ki?

Belki de, madem bu kadar olumsuz şeyler geliyor başınıza neden hala, inatla yapıyorsunuz bu işi diye düşünenler olabilir içinizde. Hani sorar ya bazıları, hukuk olmayan memlekette nasıl hukukçuluk yapıyorsunuz diye? Biz avukatlığı bıraksak bile avukatlık bizi bırakmaz da ondan.

İçimizden o yangını söküp atmanın tek yolu, tüm bu olumsuzluklara karşı cüppemizle savaşmak çünkü. Geçip gidenleri kendi haline bırakmak, avukatlığın özüne aykırı çünkü. Çünkü biz, herkesin dilsiz olduğu o gün konuşmak için varız. Gözlerin sımsıkı yumulduğu o anda, güneşi gökten indirip, karanlığı aydınlatmak için varız. Ellerin kolların bağlı olduğu, ayaklara prangaların vurulduğu o gün, yayından fırlamış ok gibi en önde koşmak için tüm telaşımız.

Hakları elinden alınan, kimsesiz bırakılan o kadının, o erkeğin, suça sürüklenen o çocuğun velhasıl o bireyin eli, kolu, gözü olmak için…

Çünkü Fransızların dediği gibi;‘adaletin gezici şövalyeleri’ olan biz avukatların, kanunlardan ve başımızın üstünde yer verdiğimiz ilkelerden başka silahımız yok. Ucu sivri olan okumuz değil dilimiz yalnızca. Tek dayanağımız bize harf harf belletilen, lafzı bu anlama geliyorsa, ruhu da şöyle demek istiyordur diye ilmek ilmek çözmeye çalıştığımız kanunlarımız ve canımız pahasına elinden sımsıkı tuttuğumuz evrensel ilkelerimiz…

Biz kerameti kendinden menkul cübbelerimizle savaşırız.

O cübbelerimizin de bir anlamı var üstelik. Öyle biraz yeşil, biraz kırmızı, havalı olsun diye de sırmalı yakalı değil o cübbeler. Boynumuz hep dik dursun, kimseye eğilmesin diyedir yakaları. Cebi yoktur mesela. Çünkü yaptığımız şey esasen topluma hizmet etmektir. Kişiler değildir muhatabımız, kamunun ta kendisidir. Sonra düğmesi de yoktur. Kimseye karşı önümüzü iliklemeyelim, boyun eğmeyelim diye.

Ama cübbemizin en göze çarpan rengi, siyahtır. Adaletin de rengidir siyah. Çünkü siyah, hiçbir rengi ve kiri barındırmaz içinde. Sadece kendisi vardır. Alacalı değil, saftır. Üstelik ağırdır. Karakteristiktir siyah.

Kırmızılar ceza yargılamasını, yeşiller hukuk yargılamalarını, sarı şeritler de idari yargılamaları temsil eder.

Her giydiğimizde sorumluluğuyla sarılıp sarmalandığımız cübbemiz, onca zorluğa rağmen evimiz gibi hissettirir bize. İliklerimize kadar ona olan aidiyetimiz ısıtır yüreğimizi.

Dileğimiz odur ki hak ettiğimiz saygınlığı gördüğümüz nice avukatlar günümüz olur. Mesleğimize duyduğumuz aşkı perçinleyen günler yaşarız, hevesimizi kıran hukuka aykırılıklar, tarihin tozlu sayfalarına karışıverir.

Çünkü hukuk, hepimize lazım!

Leadri’nin dediği gibi;

“Hiç kimse onu bulandırmadığı ve ihlal etmediği sürece hukuk; teneffüs ettiğimiz hava gibi, görünmez ve tutulmaz bir şekilde etrafımızı kaplar. O, ancak kaybettiğimizi anladığımız zaman değerinin farkına vardığımız sağlık gibi sezilmez bir şeydir.”

Avukatlar Günü’nün temeli İzmir’de atıldı (2)