Av. Çiler Nazife Koşar

Ocak

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

“An ânı kovalıyor, anlar sonsuzlukta eriyor. Çarşamba Perşembe’yi, Perşembe Cuma’yı sürüklüyor. Kasım Aralık oldu, Aralık Ocak, Ocak Şubat olacak. Şubat da Mart. Ve biz, karanlığın içinde şu vapur gibi zamanı yara yara ilerliyoruz. Nereye? Bir zamansızlık ülkesine doğru. Karşımda sahil göründü. Esrarlı ve karanlık. Yaklaştıkça yaklaşıyoruz. Ah şu vapur bir dursa… İyisi, geri geri gitse. Akreple yelkovan, yollarını şaşırıp ters işlemeye başlasalar, Gün kadranı Perşembe’den çarşambaya dönse, aylar sondan başa doğru sayılsa, halden geçmişe, yeniden eskiye, neticeden sebebe doğru ters bir akış başlasa. Başladı diyelim ne olacak? Vapur geri geri gitse, ulaşacağımız sahil, bu sefer de ilk kalktığımız zamansızlık ülkesi olmayacak mı? İster öne git ister geri; dünyanın denizleri biter efendi.” diyor büyük usta Haldun Taner “On ikiye bir var” adlı kitabında.

An ânı kovalıyor, gündelik telaşında hayatın mümkün olmuyor. Ama bazen bir şeyleri paylaşmak istiyor insan. İçindekileri ak kâğıdın koynuna dökmek. Bu sabah da öyle erkenden, kendiliğimden uyandım. Elimde Haldun Taner’in kitabı kalmış geceden. Ha düştü, ha düşecek.

Önce bir güzel esnedim. Sonra şükrettim içimden. Bugün pazar dedim. Mahkeme yok, duruşma yok, sorgu yok, trafik yok, bir yerlere yetişme telaşı yok. Karanfilli çayımı alıp, balkona çıktım sonra. Çiçeklerime su verdim. Yamanlar’a baktım uzaktan. Karşıyaka’ya baktım. Mevsim sonbahar ama hava açık ve berrak, deniz olabildiğince davetkâr. Aylardan Ocak ve ben Rabbime sağlıklı aldığım her nefes için şükrettim.

Benim çocukluğumda kışlar daha uzun ve sert geçerdi. Pek sokağa çık(a)mazdım. Çocuk olabildiğim ender zamanlarda, evimizdeki mavi çamaşır leğeninin içine su koyup, bir doğum günümde babamın hediye ettiği yelkenliyi yüzdürürdüm. Sonra o da yetmezdi, ellerimle dalgalar yapardım suda. O da yetmediği zaman, hele ki hava da müsaitse, ne yapar eder, balkonu iki parmak seviyesinde suyla doldururdum.

O çocuk aklımla, bir leğen sudan, bir okyanus yapardım. Annem pek izin vermezdi. O zaman da pusuya yatardım. O kapıdan çıktı mı doğru banyoya. Orada küvet var ya. Ama orası açık hava gibi olmazdı. Sıkılırdım. Oldum olası sevemedim kapalı alanları. Bir yerlere bağlı kalmayı. Çok duramam. Durmak istemem. İşte bu yüzden gözüm kesiyorsa doğru balkona. Kova kova su taşırdım. Çocukluğumun o suni denizlerinde, babamın hediyesi o yelkenli ile bilinmezlere doğru demir alırdım.

İşte ben bu Ocak sabahında çocukluğumu özledim. Annemi özledim. Babamı özledim. Yürüdüğüm yolları, geçtiğim sokakları, bir tahta masayı, bir eski şarkıyı özledim. Plansız programsız çıkılan yolları, o yolculuklarda verilen molaları, arabada mandalina soymayı, bir elmayı paylaşmayı, yaz sıcağında içilen ayran sodayı, bir sokak lambasının altında oturmayı, ömrümün en huzurlu uykularını uyumayı özledim.

Özlemek ne tuhaf bir şey, yürüyüşüne, duruşuna, kalkıp oturuşuna siniyor insanın. Uyumaya çalışırken misal, çocukluğum her haliyle o odanın içinde, olmadık detaylarını anımsayıp yaslanıyorum kendime. Gözlerimi sımsıkı kapatıyorum, tanıdık bir yüz geliyor birden gözlerimin önüne, uçsuz bucaksız sözler uçuşuyor zihnimde, ardında yıldız tozlarından izler.

Özlemek tuhaf şey, fikrime doladığım aklım izin vermiyor başka şeyler düşünmeme. Yerçekimi yokmuş gibi yürüyüp gitsem o günlere. Sabah çalan alarm gibi gitsem, o kadar zamansız. Bir paket bisküvinin en altında kalmış kırık bisküvi gibi gitsem, o kadar kırgın. Yeni doldurulmuş bir bardak çay gibi, sıcak. Sahi bu zemheride, aylardan da Ocak’sa hele, özlemekten kimsenin gözleri dolmuyor mu benden başka.?

Oysa tuhaf bir şekilde, daha çok özlemle ödüllendirsin istiyorum hayat beni, saçlarımı savurup, yüzüme gülümseyip, çıkarsın yüreğimi yerinden. Yeni sönmüş bir ateşin kavıyla dövsün o kalbimdeki boşluğu. Krallar ve krallıklar bu özlemin kudreti karşısında diz çöksün. Özlemi anlatmayan şarkılar, onu yazmayan romanlar, hikâyeler hep yarım kalsın istiyorum.

Özlemi anlatmayan filmlerde hep kötü adamlar kazansın. Yasalar özlemek üstüne yapılsın. Şehirlerin iki yakasına özlemek seferleri konsun. Özleye özleye kavuşalım birbirimize ve öyle özleyelim ki özlemimizden tanıyalım birbirimizi istiyorum. Özlemin o her şeyi büyülü kılan savuruşları, dünyayı ele geçirsin. Açlıktan, savaştan, kıtlıktan, cinayetlerden, enflasyondan, vurgunlardan değil; özlemekten söz etsin herkes istiyorum.

Nefes boruma yemek kaçmış gibi, ayağımın serçe parmağını sehpaya çarpmış gibi, tırnağımı yanlışlıkla çok dibinden kesmiş gibi, filmin en heyecanlı yerinde elektrikler kesilmiş gibi, yağmurlu bir günde kaldırımda yürürken, arabasıyla geçen bir düşüncesiz su sıçratıp da ıslatmış gibi, geç yatılmış bir gecenin ardından, sabahın köründe komşunun matkap sesiyle uyanmış gibi özlemekten bahsediyorum.

Özleyen, özlediğine özlediğini söylesin istiyorum. Geç kalmadan.

Vuslat olmasa da olur.!

Ocak

Yorumlar kapalı.