Av. Çiler Nazife Koşar

İçerdekiler!

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

“İçerde insanın kafası başka türlü işliyor. Sen bu gün bunu iyice anladın,  yalnız benden mi, hayır, kendinden de. Çünkü sen de bu gün, yarım saat sonra içerden biri oldun çıktın, ona göre düşünmeye başladın. İçerde buluştuk seninle. Sonra ben seni burada bırakıp kaçtım, gittim.” Melih Cevdet Anday’ın “İçerdekiler” oyunundan alıntı bu satırlar. Tiyatroyu, okumayı, yazmayı seven herkesin mutlaka okuması gereken bir başyapıt. Sinemaya da uyarlandığını hatırlıyorum.

Ben her okuduğumda çok etkileniyorum, ustanın dediği gibi “içerden biri” olup çıkıyorum. Ne yapsam geçmeyen bir kabına sığmama hali. Bir tek yazarsam kendime geliyorum. Yoksa sığamıyorum hiç bir yere, soluduğum hava bile yetmiyor. Hani çok ağır sigaralara alışan insanlar, hafif bir sigara içince bir şey anlamazlar ya; aldığım nefesin içinde bir şey eksik sanki. Ne bileyim oksijeni az gibi. Sanki içerdeymişim de, beni orada bırakıp kaçmışlar gibi özlüyorum sevdiklerimi. Bu öyle bir özlem ki; aramıza uzun uzun mesafeler girsin istiyorum ve daha da uzun seneler. Özleyiş kemiklerimizi sızlatsın. Delicesine özleyelim birbirimizi. Ayrı kalmanın acısı ağzımızdan girsin, burnumuzdan çıksın istiyorum. Sevmenin; eziyet çekmek, hasret çekmek, yokluk çekmek, gurbette olmak, açlık, susuzluk, bağlılık, bağımlılık olduğunu anlayalım. Ve birbirimize kavuşmanın dünyadaki en şahane mutluluk olduğunu bilelim adamakıllı.

Çabalamadan, acı çekmeden, kılı kırk yarmadan, özlemeden, canımız yanmadan, birbirimize öyle kapı komşusu gibi kolay yoldan kavuşamayalım da zaten. Zorlu olsun ki kavuşmak; birbirimizin kıymetini bilelim. Zor olsun bizim kavuşmalarımız. Uzadıkça yollar biz devleşelim. Özleyelim, daha önce hiç özlememişiz gibi. Öyle eşsiz ve biricik, öyle mantığımızla falan değil, kalbimizden taşan en saf hallerimizle sevelim. Ve vuslat. Ne güzel bir kelime. Hasretin sonu, mutluluğun başı. Tam kırk bahardır başka bir bahara bıraktığımız hayal. Vuslat, biriktirdiklerimizi, hazırladıklarımızı, artık içimize sığdıramadıklarımızı, kalbimizdekileri, aklımızdakileri, aşkımızı, hasretimizi sunma, sahibine teslim etme vakti. Vuslat, tüm hayallerden güzel ve büyüleyici. Yaşadığım tüm zaman dilimlerinden sıyrılıyorum, düşüncesiyle bile. Koca dünya ayaklarımın altından kayıyor sanki.

Özlediklerimizi bize getiren ya da bizi onlara götüren yollara, vasıtalara, arabalara, gökyüzüne aşık olası geliyor insanın. Bir ‘beklemek’; ancak böyle güzel ödüllendirilebilir bir fani için diye düşünüyorum. Tüm evrenin bizim için var olduğuna, her bir hücrem ayrı ayrı inanıyor.

Şu anda anlayabildiğime, yaşadığım ve yaşadıklarımda bulduğum sır’ra, hasrete, ayrılığa, geçen onca yıllara, o sır’da bulacağım saadete ve idrak edeceğim irfana, gördüğüm görmediğim, anladığım anlamadığım, bildiğim bilmediğim, başıma gelen ve gelecek olan, hasrete de, vuslata da, hepsine eyvallah diyorum.

Tekrar içeri dönüyorum. Melih Cevdet Anday’ın “İçerdekiler”ine. İçerde olmak. Ceza yargılamasında üzerinize isnat edilen bir suç şüphesi varsa ve yasal diğer şartları da barındırıyorsanız; suçun aydınlanabilmesi için, maddi gerçeğe ulaşma dediğimiz o ulvi amaç uğruna tutuklanabiliyorsunuz. Çünkü toplumun onay vermediği, düzenine dahil etmek istemediği bir olay meydana geliyor. Bu olay karşısında da toplum, yani bizler de bu işin aslını astarını öğrenelim istiyoruz. İçimizden birilerine, belki de hepimize zarar veren bu olay sebebiyle mağdur oluyoruz.

İnsanlığın ilk günlerinden beri bu tür davranışların bir karşılığının olması gerektiği kanaatine varılmış. Neticede vicdan, ne kadar bastırırsak bastıralım içimizde sönmeyen bir ateş. Modern toplumlarda; insanı merkezine alan, her bir hamleyi insan için, insan uğruna yapan hukuk sistemleri aracılığıyla, bu ihtiyaca cevap vermeye çalışıyoruz. Ancak bizim sıkı sıkıya sarılmak zorunda olduğumuz, her biri tarihsel mücadelelerle, bedeller ödenerek elde edilmiş ilkelerimiz var. Biz, akli baliğ olan insanlar, canımızı yakan olayın sorumlularının ceza almasını istiyoruz. Doğuştan içimizde filizlenen o vicdan ateşimiz, bizde emin olma isteği uyandırıyor. Kanunlarımızda kendisine maddi gerçek adıyla yer bulan, bu emin olma hissi; ancak doğru kişi yaptıklarının karşılığını alırsa, içimizin soğuyabileceğini söylüyor. Devlet öyle bir ‘baba’ olarak çıkıyor ki karşımıza; ayıbımızı cezalandırırken, emin olma hissine ulaşana dek bizleri tertemiz tutuyor. Mesela bize suçluluğu sabit oluncaya dek herkes masumdur diyor. Kendisine suç isnat edilen kişinin hürriyetini; kanunlarımızla, Anayasamızla adeta bir kale gibi koruyor. Üstelik her birimize Anayasa madde 19 ile tanınan “kişi hürriyeti ve güvenliği” hakkımızı; AİHS’den çok daha fazla insan haklarını gözeten şekilde düzenliyor. Ve bizler, hukuk tarafından kuşatılan bunca kadim ilke, yasa ile yargılanmanın güvencesini taşıyoruz.  Çünkü tutuklama, sadece bir tedbir. Öyle olmalı. Tutuklama kesinlikle cezalandırma değil. Yalnızca, kişinin maddi gerçeği örtbas etmeye çalışacağına ilişkin birtakım unsurların bulunması halinde, yargılamanın sağlıklı işleyebilmesi için alınmış bir önlem. Bireyin fiziki ve fikri varlığını koruyabilmesinin, sürdürebilmesinin ön koşulu özgürlük.

İşte tutuklama da, bireyin doğrudan özgürlüğünü elinden alan bir tedbir olduğu için, kanun koyucu tarafından çok sıkı şartlara bağlanmış. Bu şartlardan biri de süre. Kanun koyucu yargılandığınız mahkemeye ve suç konusuna göre, birinin en fazla ne kadar süre tutuklu kalabileceğini apaçık ortaya koymuş. Bu sürelerin sonunda -hakkınızda cezalandırma yönünde kesinleşmiş bir hüküm yoksa- her ne olursa olsun, lamı cimi (?) olmaksızın salıverilmeniz gerekir.

Ancak kişi hürriyeti ve güvenliği hakkımızı AİHS’den çok daha sıkı koruyan hukukumuzda, bir çıkmaz sokak var. Farz edelim ki, bir yargılamaya maruz kaldınız ve soruşturmanın selameti için tutuklandınız. Hürriyetinizin elinizden alındığı her bir günü, gökyüzüne baka baka, umutla tek tek saydınız. Çünkü siz, bir hukuk devletinde yaşıyorsunuz. Size hukuki öngörülebilirlik, kanunilik, masumiyet karinelerinden bahsedildi. Siz biliyorsunuz ki, tutuklukta geçirebileceğiniz süre kanunlarımızda açıkça düzenlenmiş durumda. İlk derece mahkemesinde yargılamanız sona eriyor ve sizin suçu işlediğiniz yönünde bir karar çıkıyor. Siz de suçlu olmadığınız inancıyla üst mahkemeye başvuruyorsunuz. Bu arada tutukluluk süreniz sona eriyor. Siz, hakkınızda kesinleşmiş bir mahkûmiyet hükmü olmadığı için hala masumsunuz ve tutuklu kalabileceğiniz yasal sürenin de sonuna geldiniz.

Üst mahkemede hakkınızdaki karar kesinleşir ve suçu işlediğiniz sabit hale gelirse artık cezanın infazı için ‘hükümlü’ olarak cezaevinde ıslah edilme evresine geçilir. Bahsettiğimiz kadim ilkeler ve yasal düzenlemeler karşısında sizin; hakkınızda verilen mahkûmiyet kararı kesinleşene dek salıverilmeniz gerekiyor. Ancak ne yazık ki Yargıtay; kanunlarımızın hiçbir satırında geçmeyen, kadim ilkelerin hiçbirinde yeri olmayan bir tutukluluk türü yaratıveriyor: “hüküm özlü tutuklu”. Burada Yargıtay; kişinin tutukluluk süresi dolmasına rağmen, hakkında kesinleşmemiş bir mahkûmiyet hükmü olduğu gerekçesiyle salıverilmesine engel oluyor. Hakkında kesinleşmiş bir karar çıkana dek masumsun dediğimiz, seni en fazla bu kadar süre tutuklu tutabilirim diye kanuni teminat verdiğimiz bireyi; çıkmaz bir sokakta öylece bırakıp, kaçıveriyoruz. Suç isnadının ilk anından beri yola beraber çıktığımız bu kişiye, yolda anlattığımız kadim ilkeler masalımızı, çıkmaz sokağa gelince bitiriveriyoruz.

Terminolojik yaklaşırsak; bu kişi tutukluluk süresi dolduğu için ‘tutuklu’ olamaz. Hakkında verilen mahkumiyet hükmü kesinleşmedikçe infaz olunamayacağı için ‘hükümlü’ de olamaz. Bu kişiye sen suçlusun diyemiyoruz ama sen masumsun diyebiliriz. Çünkü suçluluğu sabit oluncaya dek herkes masumdur.!

Masumun cezalandırılmasındansa, suçlunun cezasız kalması evla değil midir? Kişinin meramını anlatıncaya dek geçen süre ise, fiili infazdan başka bir şey değildir.

Yargılanmak, bir soruşturmaya maruz kalmak; öyle çok uzaklarda bizlere uğramaz dertlerden değil gerçekten. Bir anda kendimizi içinde bulabileceğimiz, kontrolümüz dışında gelişen durumlar olabilir. Her birimizin; çıkmaz sokakta bir başına bırakılmayacağımızı, sanki içerdeymişiz de, bizi orada bırakıp kaçmışlar gibi, hukukla sarınıp sarmalanacağımızı bilmeye ihtiyacımız var.

“Elde etmek isteyen zalim oluyordu” derken ne kadar haklıydı Anday. Ayrılık, iki insanın birbirinden uzaklaşması değil sanırım, bir tarafın aynı yerde sabit kalması. Ve hasret, nasıl da çift yönlü ve kontrolsüz bir duygu aslında. İçerde ya da dışarda, bir anda, en karanlık tarafa, dünyanın en kolay adımını atmamızı sağlıyor.

İçerdekiler!

Yorumlar kapalı.