Av. Çiler Nazife Koşar

Yine aylardan Kasım

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Çocukluğumda en sevdiğim oyunlarımdan biri; atlasın üstüne gözüm kapalı parmağımı koyup, bakalım bugün nereye gideceğim diye merak etmekti. Hangi ülke? Hangi rota? Hangi deniz?

O yıllarda teknoloji yok, internet yok, arama motorları yok. Doğruca kitaplığıma gider, elime kocaman tuğla gibi ansiklopedilerden birini alıp, o ülke hakkında bilgi bulmaya gayret ederdim. Yoksa sıkılırdım.

İşte bu pazar sabahı; ülkenin gündemi, ekonomi, zamlar, cinayetler, enflasyon, savaş derken ve bu gündemle boğulmuşken, çocukluğum geldi aklıma. Güncel ve hukuki bir yazı yazmak isterken ve gündemi tararken, aslında böyle bir yazı da yazmışken; aklım da ruhumla birlikte firar etti buralardan.

Hani bir bina yıkılır yüzlerce haşere çıkar ya ortaya, yüz binlerce yumağın olduğu, hayli karanlık, küçücük bir depoda, o haşerelerin arasında, karışmış halde olan bütün yumakların ucunu, her biri birbirine uyumlu olarak, üstelik gözlerim bağlı ve tamamen firesiz denk getirmeye çalışıyorum uzunca bir süredir galiba.

Yangından sonra bozulan düzen henüz yerine oturmadı. Tek başımayım ama artık bu durumu yadırgamıyorum. Hatta açık söyleyeyim, sadece kendime güveniyorum. Benliğimi ha bire aklımla sınıyor, ego zehrinden de uzak durmaya çalışıyorum. Çünkü ne şans, ne talih, ne kader, ne şu, ne bu, arkadaş, dost, vesaire, hepsi hikaye. Kalbim ve ruhum çok yorgun. Gizleyemem. Hayli dik bir yokuşta, bazen onlar sırtlıyor beni, bazen ben onları. Birbirimize yarenlik edip, yuvarlanıp gidiyoruz adeta.

Bir kez daha anladım ki, yaşam herkes için zor. Bu nedenle dramatize etmek istemiyorum. Öyle bir durumu sevmiyorum. Velhasıl hayat; yer yer garip, bazen umutlu mutlu, zaman zaman gri ve siyah uzun bir yolculuk. Bu yüzden hiç hem de hiç tadım, tuzum, keyfim yok. İşte bu yüzden yazdığım o ‘hukuki’ yazıyı atıp çöpe, önce Datça’da bir balıkçı teknesiyle, rüzgâra hoyratlık etmeden demir aldım, oturup bir çay içtim maviliklere karşı şöyle en karanfillisinden. Sohbet ettim martılarla, şiirler okudum, şarkılar söyledim içinden deniz geçen.

Viyana’da vals yaptım kendi kendime, Prag’da Kafka’nın izini sürdüm Prag’a “Praha” diyen Çeklerle birlikte. Praha dedim; o sondaki “ha” yı, biraz büyülü, gizemli, sihirli bir nefes gibi, biraz bizim “ah” çekişlerimiz gibi söyledim hem de. Bratislava’da tarihin ihtişamına, şehrin hüznüne inat, Tuna nehri boyunca yürüdüm neşeyle. İtalya’daki gözdeme uğradım sonra, Desenzano’ya. La Garda Gölü kıyısında tembellik yaptım. San Gimignano’da bir zamanlar Dante’nin yürüdüğü sokaklarda yürüyüp, Toscana Vadisini seyrettim en tepede. Nemi gölü ve şirin kasabasında; dağ çileği, mis gibi havası, çilekli turtaları ve muhteşem göl manzarası ile giriverdim çocukluk rüyalarımdan birinin içine.

Sonra biraz daha güneye, Napoli’ye indim. “Vidi Napoli e dopo muori” yani “Napoli’yi görmeden ölme” demişler diye. Somurtkan İtalyan teyzelerin pazar arabasını sürüklediği meydanları, öğleden sonra evrimine başlayıp gece yarısı bambaşka bir çehreye bürünen sokakları, küçük plak dükkanları, renkli duvarları, şatafattan uzak lokantaları, rahat ve tasasız hayatı ile ruhumu tedavi ettim bu şehirde.

İskandinavya’ya gittim ardından. Saunada güzelce ısınıp, buz denizlerine atladım. Karın ağırlığıyla eğilmiş ormanlarda ren geyikleriyle yol aldım.  İsveç, Norveç ve Finlandiya, biraz da Rusya’da, yani Laponya’da; Samilerle birlikte Ice-breaker’a binip, Aurora Küresi/Cam Iglu’dan Kuzey ışıklarını seyre daldım.

Oradan ver elini And Dağları ve iplere düğüm atarak yazmayı keşfeden İnkaların efsane şehri Machu Picchu. Kuru dalların etrafına atılan düğümlerle yazı yazmayı öğrendim onlardan. Patatesi dünyada ilk yetiştiren uygarlık oldukları için de, teşekkür ettim kendilerine.

Hayat öyle garip ve gündem o kadar ağır ki; hayaller nerde başlıyor ve gerçekler neden bu kadar acımasız bilmiyorum bazen. Öyle bir alıp başımı gidesim geliyor; beş okyanus, dört mevsim, tüm iklimler, tekmili birden zamansız oluyor o an. Hukuki ihtilafsız, çekişmesiz, doktrinsiz, sansürsüz, dupduru, olduğu gibi.

Uzun yıllar önceydi, bir yerlerde okumuştum, nerede hatırlamıyorum şimdi. Ama, diyalog şöyleydi; Karısına gönderdiği mektupta “Hayatımın geri kalanında Küba’yı anlamaya çalışacağım” diyen Ernest Hemingway’e sormuşlar, demişler ki; “neden Küba’da yaşıyorsun.? başka yer mi kalmadı.?” O da “sevdiğim için” demiş. Bazen kısa bir sözcük, hayatı şak diye anlatır ya, bu da o misal işte. Ardından da eklemiş; “asıl nedenini açıklamak zor.”

Katılıyorum. Çünkü o cümlenin içinde aşk ve uğruna çekilen acılar var. O cümlenin içinde bir hikâye ve o hikayenin içinde koca bir “hayat” var. Kendiyle yarışmanın, hayatla inatlaşmanın sadece zaman kaybettirdiğini görmüş bir hayat. Bir lokma ekmek, bir hırka, bir kulübe, bir kaplumbağa, kumlu veya çakıllı bir kumsal, kumsalda yanan bir ateş.

İşte dünya haritası, işte dünya harikası. Gerisi mi.? Koca bir teferruat.!

O yüzden gönlümden geçenleri, gönlümden geçtiği gibi yazdım bu yazımda.

Gün gelir göçeriz bu dünyadan, hiç değilse geride bu satırlar kalsın.

Yine aylardan Kasım

Yorumlar kapalı.