Gülşah Elikbank

Başkası olma, kendin ol

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

“Başkalarının olmadan önce, kendimizin olmalıyız.” Ralp Waldo Emerson’un bu sözü sanki hayatın her alanındaki ilişkilerin başarısındaki sırrı açığa çıkarıyor. Yıllar evvel, Peter Sellers’ın Parti adlı filmini izlemiştim. Gittiği bir partide, sıkı sıkıya kürküne sarınarak, üstten bakışlarla kahramanımızı süzüp, had bildirmek ister gibi, siz kim olduğunuzu düşünüyorsunuz böyle?, diye soran kişiye, çok vurucu bir yanıt veriyordu. “Kim olduğumuzu düşünmeyiz, biliriz.”

İnsanın kendini bilmesi, var oluşun en temel meselesi, basit bir partide, bir statü kavgasında bile gösterebiliyordu kendini. Yıllardır kendi varlığının anlamını araştıran insanlık, yine de sınırlı ve tatminden uzak yanıtlara sahip. Peki bir insan kendi özünü sahiden bilebilir mi? Bu özü bilmeden bir başkasına kalbini, ruhunun derinliklerini açabilir mi?

Bir insanı sevmek için ilk ne gerekir bize? Onu hissetmek… Engin Geçtan bunu hatırlatıyordu; insanları hissedebildiğimiz oranda sevebiliriz, tabii kendimizi hissediyor ve seviyorsak. Anlamak değil, anahtar kelime; hissetmek. Düşünerek değil, sezerek. Önce kendini, sonra diğerlerini.

Kalp hastalıklarından sonra dünyadaki en yaygın hastalık, depresyon belki de. Çağımız insanı derin bir depresyonda. Daha beteri, çoğu bunun farkında bile değil. Depresyonun en temel belirtilerinden biri, birikmiş kızgınlık, hem kendine hem de ötekilere. Bir değersizlik duygusu kaplıyor insanı depresyonda. Oysa insanın kendi değerini kavraması, onun çocukluğuyla yakından ilgili. En etkisiz olduğu dönemde maruz kaldığı doğrudan etkiler, insanın tüm yaşamının belirleyicisi oluyor, ne tuhaf. Geçtan’ın altını çizdiği gibi, korkan insan korkutur. O zaman sevilen insan sever, diyebiliriz. Çocuklar duyarak değil, görerek öğrenirler. Bir an düşünün, babanız annenize nasıl gösteriyordu sevgisini, dahası gösterebiliyor muydu? Peki siz nasıl seviyorsunuz hayat arkadaşınızı? Bazen aradaki benzerlik insanı korkutacak denli yoğun olabiliyor. Kendini bilmek bu nedenle hem önemli, hem de tehlikeli. Çünkü derinde göreceklerimiz hoşumuza gitmeyebilir. Bu yüzleşmeden kaçanlar, ilişkilerinde davranışlarını kendi benliklerine göre değil, karşısındakine göre belirliyorlar ve tahmin edeceğiniz üzere, bu tutum uzun vadede sürdürülebilir değil. Gerçek, derin ilişkiler bu sahteliğin üzerine kurulursa, çökmeye mahkum. Biriyle tam bir ilişki kurabilmek için önce insanın kendi kalbiyle ilişkisi olmalı.

İç sesimizin söylediklerini duymazsak, onu dinlemeyi öğrenmezsek, onun yerine başkaları konuşmaya başlarsa, anlamsızlık ve boşluk duygusuyla baş başa kalırız. Bu da beraberinde koyu bir yalnızlığı getirir. Hani diyordu ya o meşhur filmde, herkes bu kadar yalnızsa, herkes neden yalnız? Kendimizi incinmekten koruyalım derken, herkese tereddütle yaklaşıyoruz da ondan.

Hiçbir şeye, hiç kimseye bağlanmamak, bizi boşluk duygusunun içine hapsediyor. Bağlanmak için güven gerekiyor. Güven için sevmek ve sevmek için kendini tanımak, bilmek. Hepsi nasıl da birbirine bağlı ve zor değil mi? Yaşamın kolay olduğunu kim iddia edebilir ki zaten? Onu birbirimiz için kolaylaştırmak varken, neden daha da güçleştiriyoruz öyleyse? Halbuki insan ancak bir başkasının yarasını sardığında, kendi yarası kapanıyor. Sevdikçe, iyileşiyoruz. Sevildikçe, dünyayı daha keskin gözlerle görüyor ve anlıyoruz. Çünkü hissedilmiş olan neyse, yaşanmış olan da odur…

Başkası olma, kendin ol

Yorumlar kapalı.